ÜÇ
BEŞ SEKİZ YETMEZ!
'Tarlada Bir At
Başı' Bakışlarımı
gazetedeki o
resimden uzun zaman
çekememiş ve sonra
da altındaki bu
haber başlığına
demir atmıştım. O
zamana kadar da "ne
güzel bir kilim
deseni" diyerek
çıpamı düşün
denizimden
çıkaramamıştım.
Tıpkı 1947'de, Bursa
Hapishanesinde,
Nazım Hikmet'in
kendisine gönderilen
kitaplardan
birisinin kapak
resmine takılması
gibi takılmıştım ben
de. Nazım, Bedri
Rahmi Eyuboğlu'nun
çizdiği bu kapağa
bir saat boyunca
tıpkı bir şarkı
dinler, bir yazı
okur gibi dalıp
gitmiştir. Bir de
kitabın içindeki
şiirleri okuyunca...
Evet, şiirleri
okuduktan sonra
günlerce kitabı
kafasından
çıkaramamıştır.
Resimle şiirler
O'nun düşün
denizinde yosunla
kaya, istiridyeyle
inci gibi
bütünleşmiştir.
Elbette ki Bedri
Rahmi, kapaktaki bu
resimde bütün
hünerini şakıtmıştır
ama, Yenisi adlı bu
kitabın şairi Orhan
Veli de ondan geri
kalmamıştır. Nazım
kitabı "kaybetme"
notuyla birlikte
oğlu Memet'e
göndermiştir. Aradan
bir kaç ay geçer;
Nazım resmi görmek,
şiirleri tekrar
okumak ister. Bu
mümkün olmayınca da
bir şiir yazar: Bir
Şiir Kitabının Kapak
Resmi.
Gazetedeki resmi
görmemin üzerinden
aylar geçti. Bu
arada tekrar tekrar
incelediğim bu atın
'başı' da bana bu
yazıyı yazdırdı.
Kilim zannettiğim
resim, gerçekte
Avustralya'nın
Melbourne kentindeki
bir tarla imiş.
Victoria Teknik
Üniversitesi'nden
Debbie Barrie'nin
sanat ödevi olan bu
atın başı, tam 12
hektarlık tahıl
tarlasını
kaplamaktaymış. Eğer
Debbie'ye bu sanat
(ve tahıl) eserini
oluşturabilmek için
neden iki ay
uğraştığını sormaya
cesaret edebilirsek,
şu yanıtı alırız :
"İlkokul öğretmeni
olmaya hak
kazanabilmek için."
Bu korkunç yanıtla
düşün denizimde önce
Melbourne kentine
kadar yüzdüm,
Debbie'yi bulup
konuşmak istiyordum.
O'na soracağım o
kadar çok soru vardı
ki! Tam O'nu
bulduğum sırada
tanışmak, bu
soruları sormak için
hamle yapacaktım ki
aklıma İngilizce
bilmediğim geldi.
"Acaba Fransızca,
Almanca ya da
İtalyanca biliyor
mudur?" diye
düşünmeme de gerek
yoktu çünkü, bu
dilleri de
bilmiyordum. Yoksa
O'nun Türkçe bilmesi
mi gerekliydi?
Pekala ya
biliyorduysa? Bu
daha korkunç olurdu
sanırım. O, bir
sınıf öğretmeni
olabilmek için bütün
bunları yapmışken;
ben teknik öğretmen
olabilmek için neler
yapmıştım?
('Yaptırmışlardı'
diyerek kendimi
biraz temize
çıkarabilir miyim?)
Sınıf öğretmeni
olabilmek için
aldığı eğitimin
standardını gösteren
tarladaki o at başı,
halime
gülüyormuşçasına
çalışma masamdan
bana bakıyor. Bu
haldeyken hangi
yüzle, kime ne
sorabilirim?
"Hiç değilse 8 yıl
olsun" dediğimiz
temel eğitimi bir
yana bırakalım da
önce bu sorunumuza,
eğitim sistemimizin
içeriğine bir
bakalım. Alman şair
Otto Wiemer'in kendi
ülkesi için yaptığı
'Sonuç' tespitinin
ülkemizde de geçerli
olmadığını ispat
edecek bir babayiğit
arıyorum, ölü ya da
diri:
Her zaferde
Okulumuz tatil
edilirdi
Çok zafer kazandık
biz
Onun için biz
Az şey öğrendik.
Bizler de çok az şey
öğrendik.
Elbette ki
öğrenciler de suçlu
ve eğitim
sistemimizden
sıyrılarak kendi
kendini yetiştiren
öğrenciler de var.
Fakat birinci
dereceden cinayet
sanığımız eğitim
sistemimizdir.
Halbuki okul dışı
eğitimlerle de çok
şey öğrenebilenler
var. Örneğin; Paulo
Coelho'nun Simyacı
romanından birkaç
paragraf okuyalım.
Simyacı'nın çobanlık
yaptığı günlerde,
O'nun kitap
okuduğunu gören bir
kız sorar:
"-Çobanların kitap
okuyabildiklerini
bilmiyordum.
Yanıtlar çoban:
-Koyunlar
kitaplardan daha
öğreticidir."
Çobanın asıl
söylemek istedikleri
bunlar değildir ve
kitabın sol
tarafındaki sayfa
sayısı arttıkça,
çobanın kıza okumayı
nasıl öğrendiğini
anlatışına şahit
oluruz:
"16 yaşına kadar
papaz okuluna
gitmişti. Ana babası
onun din adamı
olmasını
istemişlerdi; tıpkı
koyunları gibi,
yalnızca su ve
yiyecek için çalışan
yoksul bir köylü
ailesi için gurur
kaynağıydı böyle bir
şey. Latince,
İspanyolca ve din
bilim okumuştu. Ama
daha küçüklüğünden
itibaren dünyayı
tanımayı hayal
etmişti, Tanrıyı ya
da insanın
günahlarını
öğrenmekten daha
önemliydi böyle bir
şey. Bir akşam,
ailesini görmeye
giderken, bütün
cesaretini
toparlayıp babasına
rahip olmak
istemediğini
söyledi. Yolculuk
etmek istiyordu."
İşte simyacının asıl
eğitim ve öğrenim
serüveni bu
yolculuğa çıkışıyla
başlar. Neler mi
öğrenmiştir?
"Endülüs kırlarında
geçirdiği zaman
içinde, izlemesi
gerekli yolla ilgili
işaretleri
yeryüzünde ve
gökyüzünde okumaya
alışmıştı. Falanca
kuşun varlığı
yakınlarda bir yılan
bulunduğunun
işaretiydi. Filanca
çalı ise çevrede su
bulunduğunun
belirtisiydi.
Bunları öğrenmişti.
Bunları koyunlar
öğretmişti ona."
Nasıl mı
becermiştir?
"Bu hiç kuşkusuz
büyük bir sabır
gerektiriyordu ama,
sabır bir çobanın
öğrendiği ilk
erdemdir. Koyunların
kendisine öğretmiş
olduğu dersleri bu
yabancı dünyada
uygulamaya koyduğunu
bir kez daha
anladı."
Ancak çobanın (Simyacı'nın)
öğrenme serüveni
bitmiyordu. Mezara
gidinceye dek
devamlı bir şeyler
öğreneceğini, henüz
öğrenememişse de
koyunlar hakkında
çok önemli bir
gözlem yapmıştır:
"Su ve yiyecekten
başka bir şey
aramıyorlar. Galiba
onlar öğretmiyorlar:
Ben öğreniyorum."
Yine de koyunları
yabana atmaz ve şunu
kabul eder:
"Koyunlar çok önemli
başka bir şey
öğretmişlerdi:
Yeryüzünde herkesin
anladığı bir dil
vardır ve kendisi,
dükkanı
geliştirirken bu
dilden
yararlanmıştır. Bu
coşkunun dilidir,
arzu edilen ya da
inanılan bir şeyi
gerçekleştirmek için
sevgi ve tutkuyla
yapılan girişimlerin
dilidir.Tanca artık
onun için yabancı
bir kent değildi.
Burayı fethettiği
gibi bütün dünyayı
fethedebileceğini
hissetti."
Bütün dünyayı neden
fethetmek ister bu
çoban, biliyor
musunuz? O'na göre
"her şey yazılı
olduğu için her şeyi
bilebilirdik."
Elbette ki her şey
yazılı değildir,
hatta bir zamanlar
hiç bir şey yazılı
değildi. Aydınlar,
mucitler, dahiler
sayesinde yazıldı ve
yazılacak. Buna da
verilebilecek en
güzel örnek Thomas
Alva Edison'dur.
Sadece üç ay okula
giden, daha sonra
annesi tarafından
eğitilen Edison'un
pek çok icada imza
attığını biliyor ve
yanılıyorsunuz.
Beş parasız bir
şekilde New
York'taki Lows Gold
Indikator Company'de
çalışan
arkadaşlarının
odasında yatıp
kalkarken, bir gün
bu şirketin
nakledici
santralinin
bozulması Edison'un
hayatının dönüm
noktası olur.
Kimsenin tamir
edemediği santrali,
Edison, iki saat
gibi kısa bir
zamanda tamir eder
ve 300 dolar gibi
yüksek bir ücretle
işe alınır. İlk
icadı elektrikli
kayıt cihazını da bu
şirkete 40.000
dolara satar. Bu
parayla New York'ta
bir dükkan açar ve
burada başkalarının
icatlarındaki
aksaklıkları da
giderir. Aslında
Edison'un genelde
yaptığı da budur.
Aydınlık
girişimcileri,
'Sürekli Aydınlık
İçin Bir Dakika
Karanlık' eylemi
sırasında
gazetelere, Edison'a
teşekkür eden
ilanlar vermeden
önce Meydan Larousse
Ansiklopedisi'ne
baksalardı O'nun
için yazılan şu
satırları
okuyabileceklerdi:
"1878'de akkor
flamanlı ampulü seri
halinde piyasaya
sürdü. Her ne kadar
bu da kendi buluşu
değilse de ona
ekonomik olan bir
elektrik sistemi
uyguladı."
Şu bir kaç kelimeye
dikkatinizi çekmek
istiyorum:
"bu da kendi buluşu
değilse de..."
Pek çok buluşu gibi
fonografı da ondan
önce birisi
bulmuştur. 1877'de
Fransız Bilimler
Akademisine sunulan
rapordaki imzaya
göre, gramofonun
temeli olan
fonografın mucidi
Charles Cros adlı
Fransız bilgin ve
şairdir. 1842-1888
yılları arasında
yaşayan, renkli
fotoğraf çekme
tekniğini de bulan
şair Çirozname adlı
şiiriyle ünlüdür. 19
Mart 1946 tarihinde
Tercüme dergisinde
yayımlanan bu şiirin
altında, çevirmen
kelimesinin yanına
önce iki nokta üst
üste konmuş, onların
yanına da Orhan Veli
ismi kazınmıştır.
Beyaz kocaman bir
duvar - çıplak mı
çıplak
Üzerinde bir
merdiven - yüksek mi
yüksek
Duvar dibinde bir
çiroz - kuru mu kuru
...
Ben bu hikayeyi
düzdüm - basit mi
basit
Kudursun bazı
adamlar - ciddi mi
ciddi
Ve gülsün diye
çocuklar - küçük mü
küçük
Kimileri "temel
eğitim 8 yıl olmalı"
derken ÇYDD gazete
ilanları ile bizleri
uyarıyor: Dikkat;
yakında ülkemize 11
yıllık temel
eğitimden geçmiş
çöpçüler turist
olarak gelecek."
Eğitim
sistemimizdeki boş
vermişliğimize çok
basit (aynı zamanda
çok acı) bir örnek
verebilirim.
Dünyanın en büyük
ikinci harp okulu
olması ile
övündüğümüz, Tuzla
Deniz Harp Okulu'nun
oldukça büyük bir
kütüphanesi var ama,
ortada ne bir kitap
ne de bir okur
bulunmakta.
Görevliye
sorduğunuzda
kitapların özel
odalarda olduğunu
(laf aramızda, hiç
sevmem kitapların
okuyucuların
gözlerinden bile
saklandığı
kütüphaneleri),
öğrencilerinse
genelde bilgisayar
kullanarak
istedikleri,
araştırdıkları
bilgiye
ulaşabildiklerini
öğreniyorsunuz.
Ancak kütüphanenin
girişindeki
Atatürk'ün şu sözünü
okuyunca oraya hiç
kimsenin
girip-çıkmadığını
anlıyorsunuz.
"Eğitimdir ki bir
milleti ya özgür,
şanlı, yüksek bir
toplum halinde
yaşatır ya da bir
milleti esaret ve
sefalete terk eder."
Bir karış
büyüklükteki
harflerle duvara
yazılan bu yazı,
sadece Türk Dili'ni
bilmediğimizin
değil, aynı zamanda
doğrusuna bakarak
yanlışını yazmayı
başardığımızın da
bir belgesidir.
Doğrusunu yazmak
varken 'ki'
bağlacını
'eğitimdir'
kelimesine
yapıştıran ellerle,
onu kontrol eden
gözlerin sahiplerini
canı gönülden
kutluyor ve bu
hatanın
düzeltilmeyip,
'eğitim sistemimizin
utanç duvarı anıtı'
olarak korunmasını
öneriyorum...
Tuzla Harp Okulunu
bir yana bırakırsak
1995 yılında
Avrupada Yılın
Müzesi ödülünü alan
Bodrum Kalesindeki
Bodrum Sualtı Müzesi
de benzer
ilgisizliklerden
yakınmaktadır. Kale
duvarlarında yer
alan tanıtım
panolarındaki benzer
imla hataları
kalenin boyunu
aşmaktadır.
Edebiyat uzayının
Eğitim yıldızında,
(tıpkı Simyacı'nın
koyunlardan bir
şeyler öğrendiği
gibi) birileri de
taşı kendine
öğretmen seçer.
Ursula K. Leguin'in
En Uzak Sahil adlı
romanının kahramanı
Arren anlatıyor:
" 'Enlad'da' dedi
Arren bir süre
düşündükten sonra,
'öğretmeni taştan
olan çocuğun
hikayesini
anlatırlar.'
'öyle mi?.. Ne
öğrenmiş peki?'
'Soru sormayı'. "
Soru sormak için
bile bir şeyler
bilmek gerekir. Biz
daha bunu
öğretemiyoruz ki
uzaya gidecek
astronot
yetiştirelim. Rica
minnet, bayrağımızı
götürecek birisini
bulduk, nasıl olsa
bir gün
dalgalanacak. Boş
verelim bunun için
astronotu ve "Hoşça
kal ay, elveda feza"
diyelim. Aydan,
fezadan bahsetmişken
'kainattan' da
bahsedelim; Mathias
Lubeck'in Tanrıyla
Milli Eğitim adlı
şiiriyle:
"Çözülür" demiş
Faust "bu kainatın
sırrı,"
Ve bu yüzden
çarpılmış Tanrının
cezasına;
Demek ki hikmetinden
sual olmayan Tanrı
Razı değil milletin
okuyup yazmasına.
Kızdınız mı?
Kızabilirsiniz
elbette. 17.
yüzyılda şair
Nesimi'ye de
birileri kızmış ve
derisini yüzerek
idam etmişler. Yedi
parçaya bölünen
cesedi ibret olsun
diye; şairin
sevildiği,
şiirlerinin okunduğu
yedi kente
gömülmüştür. Ne mi
yapmış Nesimi? Şiir
yazmış. Şunun gibi:
Gah giderim
medreseye, ders
okurum hak için
Gah giderim
meyhaneye,
demlenirim aşk için
Sofular haram
demişler aşkımın
şarabına
Ben doldurur, ben
içerim günah benim
kime ne!...

Eğitim sistemimize
bu kadar taş
attıktan sonra, "ah
başım" diyerek,
biraz üzerinize
alınıyor ve "bizde
de suç var ama, ne
yapabiliriz?" diye
soruyorsanız, "Orhan
Veli'nin çocukluk
arkadaşı, can dostu
ve ne kadar az
tanınsa da çok
önemli bir şair olan
Halim Şefik'in ÇOCUK
adlı şiirine kulak
verin" diyebilirim:
Kalkınmada ilk şart
eğitim
Eğitim kitapla olur
Çocuk hepimizin
akıllısı
Siz okursanız o da
okur
|