Üniversiteyi
bitirdikten sonra
iyi bir iş bulmuş ve
böylece çok istediği
şekilde bir çatı
katını
kiralayabilmişti.
Artık yurtlarda
sürünmekten
kurtulduğu gibi
Ankara'dan da
ayrılmayacaktı. İşi
her ne kadar tekdüze
olsa da kendisine
ayırabileceği zamanı
kalıyordu. Bu sayede
kimi zaman evinin
parka bakan
penceresinin, kimi
zaman da sokağa
bakan penceresinin
önünde oturarak
müzik dinliyor ve
kitap okuyordu.
Her ne kadar park
tarafındaki manzara,
İstanbul manzaraları
kadar güzel olmasa
bile O'na yetiyordu.
Ayda birkaç kez iş
için İstanbul'a
gidecek olması da
O'nu bu açıdan
rahatlatıyordu.
Evin sokak tarafı
O'nun daha çok
hoşuna gidiyor ve
tercihini genelde bu
pencereden yana
kullanıyordu. Oysa
ki sokağın hiçbir
özelliği yoktu. İki
arabanın yan yana
zoraki geçebileceği
kadar dar olan bu
sokak, geceleri iyi
aydınlatılmıyordu.
Evler ise genelde
eski ve ahşaptı.
Betonarme olanlar
ise en az yirmi
senelik, cepheleri
de oldukça kirliydi.
İnsanları pek
tanımıyordu. Sadece
tam karşısındaki üç
katlı ahşap binanın
giriş dairesinde
oturan yetmiş
yaşlarındaki bir
amca dikkatini
çekiyordu. Genelde
donuk bakışları
olan, biraz kilolu,
kır saçlı, pembe
yüzlü; kısaca
kendisince çok
sevimli bir amcaydı.
Apartmanın kapısı
ile amcanın küçük
evinin tek penceresi
karşı karşıyaydı ve
sabah-akşam hep o
pencerede oturur,
önünde de bir kadeh
rakı bulundururdu.
Bardaktaki rakının
seviyesi hemen hemen
hiç değişmezdi.
Kadehi ağzına
götürdüğünü de hiç
görmemişti. Ara sıra
bir parça mezeyi
çatalına takar, çok
yavaş hareketlerle
yerdi. Sanki mezeyi
incitmekten
korkardı. Bu
hareketini
görmeyenler O'nun
bir biblo olduğunu
düşünebilirlerdi.
Sabah erkenden
işe gittiği halde
O'nu atletiyle
pencerenin önünde
oturur buluyordu,
tabii ki rakı
kadehiyle birlikte.
Apartman kapısının
sesini duyduğunda,
bakışlarını
kendisine çeviriyor,
göz göze
geldiklerinde de
sadece sıcak bir
tebessümde
bulunuyordu, hiç
konuşmadan. Akşam
üzeri sokak biraz
kalabalık olduğu
için genelde göz
göze gelemiyorlardı.
Çünkü O, sırtını
kendisinin geliş
yönüne vererek
oturuyor, sokağın
diğer tarafına
bakıyordu.
Bir akşam iş
dönüşünde pencere
kapalıydı. Şaşırmış
olsa da pek
önemsemedi ama,
ertesi sabah evden
çıkarken de akşam
döndüğünde de
pencerede bir
değişiklik yoktu.
Çevresindekilerle
hiç konuşmadığından
kimseye de bir şey
soramadı. Birkaç gün
sonra, akşam eve
döndüğünde O'nu yine
camda gördü.
Anlamlandıramadığı
bir şekilde sevindi.
Ertesi sabah evden
çıkarken yine göz
göze geldiler ve her
zamanki sıcak
tebessümü gördü
O'nun yüzünde.
"Günaydın" diyebildi
bu sefer. Aldığı
yanıt ise "kalp
krizi geçirdiğim
için bir kaç gündür
hastanedeydim" oldu.
Ağzından "geçmiş
olsun!" sözcükleri
dökülürken, başıyla
selamladı ve işine
doğru yol almaya
başladı.
Artık her sabah
birer cümle
konuşuyorlardı ama,
sıradan "günaydın,
iyi günler" gibi
sözcüklerle değil de
sanki bir gün önceki
sohbete devam
edercesine... Hatta
bir gün "Pencereyi
çok seviyorsunuz"
demişti de aldığı
yanıtla
büyülenmişti:
Pencere, en iyisi pencere;
Geçen kuşları
görürsün hiç
olmazsa;
Dört duvarı
göreceğine.
O'nun da pencere
konusunda Edip
Cansever'e değil de
kendisi gibi Orhan
Veli gibi
düşünmesiydi
büyüleyici olan.
Edip Cansever'in
şiirini okudu
karşılık olarak ve
düşündüklerini
söyledi:
Odamın penceresi
yok -daha iyi-
Kendime bakıyorum
ben de
Kendimden sarkmış
kollarıma
Kendimden
damıtılmış gözlerime
-Bakmıyorum,
duyuyorum onları
sadece-
Böylesi iyi, çok
iyi
Sokakta ilgisini
çeken bir şey daha
vardı. O da yola
döşeli olan arnavut
kaldırımı ile
ilgiliydi. Karşı
komşunun
penceresinden az
ötedeki, hemen hemen
1-1.5 metre
yarıçaplı bölgede
bir şeyler oluyordu.
Son zamanlarda hep
sokağa bakan
pencerenin önünde
oyalanıyordu. Yolu
kuş bakışı
görebildiği için de
bazı şeyleri daha
iyi seçebiliyordu.
Özellikle o 1-1.5
metre çaplı bölgede
olanları...
Birkaç komşusu
köpek besliyordu.
Ayrıca sokakta da
kedi ve köpekler
vardı. Bu
hayvanların hiçbiri
o bölgeye ayak
basmıyordu. Oraya
kadar gelip
çevresini dolaşıyor
fakat kesinlikle
üzerinden
geçmiyorlardı.
Önceleri
önemsemiyordu ama,
sahiplerinin
tasmalarından
çektiği halde bile
köpeklerin
direnerek, bir
şekilde yön
değiştirdiklerini ve
kuşların sokakta
sadece o bölgenin
çevresine
konduklarını, birkaç
saniye sonra da
uçtuklarını görünce
bir şeyler olduğuna
inanmaya başladı.
Çocukken dinlediği
yatır hikayeleri
geliyordu aklına
ama, uzun zamandır
bunlara inanmıyordu.
Çok düşündü ve bir
gün sormaya karar
verdi. Ertesi sabah
işe gitmek üzere
evden çıktığında
karşı penceredeki
komşusuna yaklaştı
ve parmağıyla
"büyülü bölge"yi
göstererek sordu:
-Buranın özelliği
ne?
Hiç beklenmediği
bir soruyla
karşılaşmıştı yaşlı
adam. Yine de
mimiklerindeki
değişimden sevindiği
anlaşılıyordu. Fazla
düşünmeden
yanıtlamaya başladı:
"10 Kasım 1950'de
inşaatı süren
Anıtkabir'i görmeye
gitmiştim. Böylece
Atatürk'ü herkesten
farklı bir şekilde,
gösterişsiz olarak
anacaktım. Bu yüzden
o tarihi hiç
unutmam. O zamanlar
sokak bu kadar bile
aydınlatılmıyordu ve
tam orada bir
belediye çukuru
vardı. Gecenin
ilerleyen
saatlerinde birisi
çukura düştü. O
soğukta ceketle
gezen birisiydi ve
ben O'nun bir ayyaş
olduğunu sandım
önce. Yardım etmeyi
düşünerek ayağa
kalkmıştım ki
çukurdan çıkmaya
çalıştığını gördüm,
başardı da. Ne
olursa olsun yanına
gidip iyi olup
olmadığına
bakacaktım ama,
dışarıya çıktığımda
çoktan gitmişti.
Sonradan anladım ki
O bir ayyaş değildi.
Çünkü öyle olsaydı,
bağırır, çağırır,
naralar atarak
küfürler yağdırırdı.
O ise son derece
sakin ve efendiydi.
Kim olduğunu da
birkaç gün sonra
gazetelerde okuduğum
ölüm haberinden
öğrendim."
Yaşlı adam ilk
kez bu kadar uzun
konuşmuştu ve
bıraksa daha da
konuşacak gibiydi.
Konuşmanın devamını
ertesi güne
bırakarak: "Kim
olduğunu anladım"
dedi ve işinin
yolunu tuttu. Ertesi
sabah da sonraki
sabahlarda da bu
konu üzerine
konuştular.
Bir gün iş için
İstanbul'a
gittiğinde,
Gümüşsuyu'nda yarım
kalmış bir inşaatın
önündeki tabelada şu
yazıyı okudu:
"Çarpık
kentleşmeye
Politik Katkı
Anıtı
1994'te Kısmen
Yıkılarak
Anıtlaştırılmıştır."
Aklına ilk gelen
şey o büyülü bölge
için bir tabela
yaptırması
gerektiğiydi.
Ankara'ya döner
dönmez bu
düşüncesini
gerçekleştirdi.
Büyükçe bir tabela
yaptırdı. Yazılarını
ise evde kendisi
yazacaktı.
Yaşlı adamdan
yardım isteyip
istememekte
kararsızdı ama,
nasıl olsa gece
çalışırken kendisini
görecekti. Bu yüzden
ertesi sabah işe
gitmeden önce, bu
planını yaşlı adama
anlattı. Adamın
gözleri doldu. Bunun
anlamının "severek
yardım ederim"
olduğunu anlayıp,
daha fazla durmadan
işine doğru yol
almaya başladı.
Gece
yarısından sonra
ikisi de büyülü
bölgenin başındaydı.
Fazla ses
çıkarmamaları
gerektiği için önce
tornavidalarla
sokağa döşeli
taşları sökmeye
çalıştılar. İlk
taşları çıkartmak
çok zor olsa da iş
gittikçe kolaylaştı
ve sıra çukuru
kazmaya geldi. Bu
daha da zordu.
Yıllardır sıkışan
kumları sadece kürek
kullanarak boşaltmak
ikisini de çok
uğraştırdı. Ama ara
verip dinlenmeksizin
çalışıyorlardı.
Çünkü sabaha
kalmadan tabelayı
dikmeleri
gerekiyordu. Ve
başardılar..
.
Tabela ait olduğu
çukura dikilince
ikisi de evlerine
gitti ama,
pencerelerinin
önünden
ayrılamıyorlardı.
Yeni gün her ne
kadar tatil de olsa
erken saatlerde
sokaktan geçenler
vardı. Çoğu durup
tabelayı okuyor,
kimi ise
ilgilenmiyordu.
Belki de
değişikliğin farkına
varmamışlardı.
Tabelayı okuyanların
çoğu şaşırıyor,
hatta
inanamıyorlardı.
Saatler ilerledikçe
sokak
kalabalıklaştı.
Olayı duyan herkes
sokağa doluştu.
Tabii ki görevliler
de geç kalmadan
çukurun başındaki
yerlerini
almışlardı. Telsizle
kısa bir konuşma
yaparak tabelanın
üzerindeki yazıları
üstlerine
bildirdiler.
Ardından tabelayı
söküp, o sırada
gelen bir kamyonetin
arkasına attılar.
Kamyonetten inen iki
adam da çok kısa bir
zamanda çukuru
kapatıp taşları eski
yerlerine
yerleştirmeye
başladılar. Sokakta
gazeteci ya da
fotoğrafçı
görünmüyordu. Sadece
bir adam, elindeki
kağıda bir şeyler
çiziyordu. O'nun kim
olduğunu sonra yaşlı
adamdan öğrenecekti.
O bu olayı
belgeleyen tek
kişiydi ve bir
karikatüristti.
Bu arada sokaktan
ayrılmak üzere olan
kamyonetin
arkasındaki
tabelanın üzerine
yazdıklarını son bir
kez daha okudu:
Belediye Çalışma(ma)larına
Şiirsel Eleştiri
Anıtı
10 Kasım 1950'de
Buradaki Belediye
Çukuruna Düşen
Şair Orhan Veli
14 Kasım'da Beyin
Kanamasından
Ölmüştür.