BİR
KOMİK ADAM
1936 yılında,
dönemin "siyasi ve
edebi mizah
gazetesi"
Karikatür'ün
kırkıncı sayısında
yayımlanır bu
karikatür. Bir
koltuğa kurulan
kalantor
beyefendimiz oldukça
neşelidir. Sırasıyla
Nasrettin Hoca,
Karagöz ve İstanbul
Belediyesi'nin
sorularına "hayır"
yanıtını verir.
Geriye "Yeni Şair"
kalmıştır bir tek.
Kendinden emin bir
şekilde konuşur O
da: "Anlaşıldı,
benim şiirlerimi
okumuşsun..."
Kalantor beyefendi
yanıtlar: "Evet!..."

Dönemin önemli
bir imzası vardır bu
karikatürün altında:
Ramiz...
Bu yeni şair ise
Orhan Veli'den
başkası olamaz. İşin
komik yanı, Orhan
Veli zaten komik bir
insandır. Yeri
geldiğinde bunu
şiirlerine
yansıtmaması da
olanaksızdır.
Hafızası çok
güçlüdür Orhan
Veli'nin.
Arkadaşlarının
mektep numaralarını,
telefon
numaralarını,
yolculuk - taşınma -
eğlence gibi irili
ufaklı olayların
tarihleri unutmadığı
şeyler arasındadır.
Okuldayken yerbilimi
kitabının birçok
bölümünü ezbere
bilirdi. Keyifli
anlarında
yanındakileri
şaşırtıp güldürmek
için iki yüz - üç
yüz kadar baharat
adını, elli - altmış
kadar balık adını
sayardı.
En çok sevdiği
yemeğin balık
olmasının yanı sıra,
balıklar O'nun özel
ilgi alanıydı. Şu
konuşma bir yaz günü
Sabahattin
Eyuboğlu'nun
motorunda Sait
Faik'le Orhan
Veli'nin arasında
geçer:
O. Veli -
Balıkların yüreği
var mıdır?
S. Faik - Olmaz
olur mu be?
O. Veli - Yoktur
işte.
S. Faik -
Yüreksiz yaşanır mı?
O. Veli - Bizim
bildiğimiz manada
değil onların kalbi.
Sait Faik, biraz
önce tuttukları
balıklardan, motorun
döşemesine bulaşan
kanı göstererek
sorar:
S. Faik - Bu kan
nereden çıkar
öyleyse?
O. Veli - Sen
lakırdıdan
anlamazsın.
Birkaç gün sonra
Hachette
Kitabevi'nde bir
ansiklopedinin
balıklar hakkındaki
bölümünü inceleyen
Sait Faik şaşırır.
Daha ilk satırda
balıkların kan
dolaşım sisteminin
insanlardaki gibi
olmadığını, yalnızca
atardamarların ya da
toplardamarların
girip çıktığı iki
hücreli bir kalpleri
olduğunu öğrenir.
1 Aralık 1951
tarihli Yeditepe
dergisindeki
yazısına şöyle devam
eder Sait Faik:
"O, boğazın
akıntılarını,
balıkların yüreğini,
ağların boyasını,
yellerin koyu
balıkçı ağızıyla
isimlerini, neleri
bilmiyor yahu?..."
Ve tüm bu
bilgisini ukalalık
için değil,
çevresindekileri
eğlendirmek için
kullanırdı Orhan
Veli...
Yine bir gün Pera
Palas'ın arka
tarafındaki Haliç'e
bakan kanepelerde
Sait Faik'le
birlikte
otururlarken, bir
çingene kız
yanlarına yaklaşır
ve "Çakır, falına
bakayım mı?" diye
sorar. Sait Faik
istemediğini
söyleyince "Ya senin
mektepli" der Orhan
Veli'ye. Cebinde on
kuruş bulunmayan
Orhan Veli, Sait
Faik'e "tosla on
kuruş" dedikten
sonra çingene kıza
döner: "ama sen
bakmayacaksın fala,
ben senin falına
bakacağım." Ve öyle
bir fal bakar
çingene kızına ki,
kızın ağzı bir karış
açık kalır.
Şiirini
tanımasına rağmen,
kendisini tanımayan,
eleştirmen Nurullah
Ataç'a sorulduğunda;
Ataç bıyık altından
gülümseyerek:
"Hakkını inkar
etmeyelim, iyi
şairdir" der. Bunu
duyan Orhan Veli, şu
yanıtı verir:
"Hakkını inkar
etmeyelim, şiirden
anlayan adamdır."
Aradan zaman
geçer, tanışırlar ve
konuşmaları hep bu
şekilde eğlenceli
olur. İşte bu Orhan
- Ataç maçlarından
birini şöyle anlatır
Bedri Rahmi Eyuboğlu:
"Nurullah Ataç
mütemadiyen Orhan'a
takılıyor, bir gün
şöyle diyor: 'İlahi
Orhan Veli'... Senin
şiirlerin için
yazdığım makaleleri
bir çokları ciddiye
almışlar. Bunları
sırf alay etmek için
yazdığımı
anlamamışlar...'
Orhan Veli kıs
kıs gülerek, bir
Nasrettin Hoca
edasıyla: 'İşin
tuhafı şu ki, ben de
şiirlerimi tamamıyla
şaka diye yazıp
neşretmiştim.
Bazıları ciddiye
aldılar!'
Rivayete nazaran
o gün bu gün
Nurullah Ataç -
Orhan Veli dostluğu
iflah olmazmış."
Kendisiyle bu
kadar dalga geçen
şairi, şiir okurken
görenler de
gülümsemeden
edemezdi.
Orhan Veli'nin
öldüğünü duyduğunda,
aklına:
Bir akşam uyudu;
Uyanmayıverdi.
Aldılar,
götürdüler.
Yıkandı, namazı
kılındı, gömüldü.
Duyarlarsa
öldüğünü alacaklılar
Haklarını helal
ederler elbet.
Alacağına
gelince...
Alacağı yoktu
zaten rahmetlinin.
mısraları gelen
ve gülümsemekten
kendini alamayan
Ayşe Nur, bu
gülümsemelerin
nedenini şöyle
anlatıyor:
"Çünkü bu
şiirlerde karşımıza
taptaze bir insan,
acısını da sevincini
de aynı samimiyetle
açığa vuran bir
'çocuk insan'
çıkıyor. Bu insan
alelade dili ile
bize o kadar yakın
geliyor ki, biz
O'nun insanca sözünü
dinlerken, içimiz
ferahlıyor, günlük
krizimizden
temizleniyoruz
adeta. Biz de
insanlaşıyoruz.
Sanatın insanları
ferahlatmak,
eğlendirmek gayesini
güttüğünü unutmuştuk
bizler. Sanatımızda,
edebiyatımızda bir
resmiyet vardı.
İnsanüstü bir
hüviyet taşıyan
sanatkarın ve
eserinin önünde
anlamamak korkusu
ile rahatsızlık
duyardık. Gergin bir
çekingenlik içinde
kendimizi
duygularımıza
koyuvermezdik. Orhan
Veli ile arkadaşları
bizi şiirle haşır
neşir ederek,
çekinmekten
kurtardılar. Şiir de
böylece öz
fonksiyonunu
buluverdi. Dalgacı
Mahmud'un derin
manalı rolünü şimdi
anlıyoruz:
Gökyüzünü boyarım
her sabah,
Hepiniz
uykudayken.
Uyanır bakarsınız
ki mavi.
Orhan Veli'nin
şiirlerini okurken
gülüşümüz işte bu
sebeplerdendir
sanırım."
Kadından şair
olmaz diyenlerin
yanı sıra, kadından
bir şey olmaz
diyenler vardır.
Ayşe Nur'dan alıntı
yapınca aklıma
geldi. 1950 yılında
Hakka Doğru adlı bir
derginin yayımladığı
Rüya Tabirnamesi'ni
okuyan Orhan
Veli'nin (1 Nisan
1950, şaka gününde)
yazdıkları, hem bu
konuda bir cevaptır
hem de bu komik
adamın komikliğinin
bir belgesi:
"Eser, aslında,
Muhiyiddin-i Arabi
hazretlerininmiş:
Muharrem Zeki adında
bir zat yeniden
yazmış. Bir bilim
eseri gibi başlıyor.
Rüyalar birkaç
bölüme ayrılırmış.
Gerçek rüyalar,
yalan, yalancı,
aldatıcı rüyalar,
efdal rüyalar gibi.
Gerçek rüyalar da
üçe ayrılırmış:
Tebşir, tahrir,
ilham rüyaları...
İnsan şaşırıyor
birdenbire. Doğru
dürüst, ağır başlı
bir kitap
okuyacağını sanıyor.
Gel gelelim, ikinci
sayfada iş
değişiyor.
Sapıtıveriyor yazar.
Diyor ki: 'Fakir
adamın rüyasına
tabir olunmaz.
Çünkü, o daima
günlük nafakasını
düşünür.' Bütün
dinler, insanlara,
oldukça eşit bir
yaşayış sağlamaya
çalışmışlar. Bunun
için de, herkesten
önce, fakir fukarayı
korumak gerektiğine
inanmışlar. Böyle
iken, nasıl oluyor
da, bir din
dergisinin çıkardığı
bir kitap fakir
fukarayı adam yerine
koymuyor? Doğrusu,
pek akıl
erdiremedim. Yazar,
gene o sayfada,
deminki cümleden
birkaç satır aşağıda
şöyle diyor: 'Rüya
gören kimse, bunu
düşmana, cahile,
kadına ve maskaraya
söylememelidir.'
Demek ki kadın
kısmı, düşmanla,
cahille, maskarayla
bir tutuluyor. Ne
insanlık, ne
insanlık!... Aynı
kitabın başka bir
yerinde şöyle bir
söz var: 'Vücudunda
mevcut uzuvlarından
fazla şey gören kişi
zengin olur.'
İnsanın içinden,
cümlemize, üçer
kulak, dörder burun,
beşer bacak vermesi
için Tanrıya
yalvarmak geliyor.
Başka bir cümle:
'Kabak ağacı gören
kişi doktorluğu
öğrenir ve hasta
olmaz.' Kabak ağacı
olur mu olmaz mı
diye düşünmüyoruz
bile. Demek ki,
diyoruz, tıp
fakültelerinin
pabucu dama atıldı.
Öyle ya, bir kabak
ağacı gör rüyada;
tamam. Ne lüzum var
okullarda çürümeye?
Hemen as kapına
levhayı, 'Birinci
sınıf operatör'
diye. Kitapta bu
biçim örnekler tümen
tümen. Ama ne lüzum
var hepsini
sıralamaya? Merak
eden alır, okur.
Okur ya, kitabın
sonundaki bir 'Seğirname'ye
de ilişmeden
edemeyeceğim. Bu
bölümde yazar, türlü
uzuvların
seğirmelerine türlü
manalar vermiş.
Mesela bir yerde
şöyle demiş:
'Tenasül aleti
seğriyen kimse,
izzet ve hürmet
bulur; sevdiği
adamla buluşur.
Hayanın iki
tarafının seğirmesi
darlığa düşmeye
alamettir. Hayasının
sağ yanı seğriyen
insan sevinir.
Hayasının sol yanı
seğriyen insan da
sevinir amma daha
evvel biraz mihnet
çeker. Dübürünün sağ
yanı seğriyen aziz
olur; sol yanı
seğriyen rahat
bulur.' Bu kadar
rahat konuştuklarına
göre, bu zatların
sol yanı seğriyor
demektir. Namusla
edep arasında pek de
fark gözetmeyen, bu
arada da, hepimizi
edepli olmaya davet
eden bu din
sözcülerinin bu
türlü işlerini -ne
yazık ki- pek
ciddiye alamıyoruz.
Bunun böyle
olacağını kendileri
de sezmişler
herhalde; bir açık
kapı bırakmış olmak
için, kitaplarını
Şaka Basımevi'nde
bastırmışlar."
Sabahattin
Eyuboğlu ise, Şiirin
Garip Kişisi diye
adlandırdığı Orhan
Veli'yi şöyle tarif
eder:
"Sahte ciddiliğe
öyle candan düşmandı
ki, sahte ciddiliğe
inat, en ciddi
işlerini şakadanmış
gibi yapardı.
Yüzünden ve şiirden
gülümsemeyi eksik
etmezdi. Dünyayı,
insanları, türküleri
ölesiye sevdiği
anlarda bile sever
görünmezdi.
Sevdiğini sevmeye
kimseyi zorlamaz,
hele kendi derdini
kimseye dert
etmezdi. Alır başını
giderdi sıkılınca,
tadına doyurmadan.
Dünyadan gidişi de
öyle oldu."
Ankara'da bir
gece, belediye
çukuruna düşen ve
dört gün sonra da
İstanbul'da beyin
kanamasından ölen
Orhan Veli'nin
komedyenliği bütün
dünyaca
bilinmektedir. Bunu
nereden mi
çıkarıyorum? Oyuncu
ve yönetmen Mel
Brooks şunu söyler:
"Parmağımı
kestiğimde bu bir
trajedidir. Açık bir
lağım çukuruna düşüp
öldüğümde bu bir
komedidir."