"İnsan, bir
kamış, bir sazdan
başka bir şey
değildir; doğada
ondan daha güçsüzü
yoktur ama, düşünen
bir sazdır o." Bu
düşüncenin sahibine,
Jacques Prevert,
Sıkıntılı Bahis adlı
bir şiir yazar:
Blaise Pascal
adında biri
Tatara Titiri
1623 yılında
doğan Blaise Pascal
hiçbir öğrenim
kurumunda eğitim
görmedi. Yalnızca
babasından özel
dersler aldı. Bu
yüzden kendisini
babasına karşı hep
borçlu hissetmiştir
ve bu borcu ödemek
istercesine, henüz
19 yaşındayken
aritmetik bir hesap
makinesi icat
etmiştir. Çünkü o
sıralar babası
maliye dairesinde
çalışmaktadır. Bu
alet sayesinde
babasının işlerini
kolaylaştırmayı
istemiştir.
Blaise Pascal'dan
sonra, teknik
gelişmeler sonucu
1885'te ilk kez
delikli kartlar
kullanılarak bir
hesap makinesi
yapıldı. Ancak
hesabın tümüyle
otomatikleşmesi
18.000 elektronik
tüpü bulunan bir
makineyle, 1944'te
gerçekleşti. İlk
bilgisayarları tarif
etmeye kalkarsak,
büyüklüğünü
odalarla, ağırlığını
da tonlarla
tanımlayabiliriz.
Elbette ki bu
bilgisayarlarla
dalga geçenler de
vardı. Bir gazete
"hiç merak etmeyin,
önümüzdeki elli sene
içerisinde gelişecek
olan teknoloji ile
bilgisayarların
ağırlıkları bir
tonun altına
inecektir"
iddiasında bulundu.
Günümüzdeki
bilgisayarların
ağırlıkları birkaç
kilo olduğuna göre
yanılmadıklarını da
söyleyebiliriz. Bu
gelişme 1958'de
transistörlerin,
1963'te entegrenin
bulunmasıyla
sağlanmıştır. Eminim
ki bilgisayarlardaki
bu gelişmeler devam
edecektir ama, biz
buraya Özdemir
Asaf'ın Tartı
şiirini
yerleştirebiliriz:
Bilgisizin
yanında bilgiden söz
etmeyin,
Bilgin'in yanında
bilgiden söz
etmeyin.
Cücenin de devin
de eremediği vardır;
Ne altından ve ne
de üstünden söz
etmeyin.
Satranca benzer
oyunların MÖ. 3000
yıllarında Hindistan
ve Mısır'da
oynandığına
yazıtlarda rastlansa
bile, Murret'in 1913
yılındaki
araştırmalarına göre
satranç ilk olarak
570 yılında
Hindistan'da
oynanmıştır. Ama
rivayetler de
çoktur. Örneğin,
Sat-Ran-Çu adlı bir
Çinlinin bulduğu
söylenirse de, Arap
efsanesi daha çok
bilinen bir
hikayedir. Hiç
işlevi olmayan
birinin gücünün de
olmayacağını, onun
gücünü
çevresindekilerin
oluşturduğunu
belirtmek isteyen
bir brahman, bulduğu
bu oyunu dönemin
şahına sunar.
Satrancı çok seven
ve aslında
yerildiğini
anlamayan şah,
brahmana bu oyun
için istediği ödülü
sorar. Bunun üzerine
brahman, 'buğday'
ister. Miktarı ise
satranç tahtasındaki
kareler sayesinde
hesaplanacaktır.
Bu alçak
gönüllülüğe şaşıran
şah, brahmanın
isteğini kabul eder
ama, sonradan pişman
olur. Ardışık
karelere bir önceki
karenin iki misli
buğday konularak
yapılacak olan bu
işlemde, birinci
kareye bir, ikinci
kareye iki, üçüncü
kareye dört,
dördüncü kareye
sekiz buğday
konulacaktır ama,
rakamlar hızla
büyümektedir. Onuncu
kareye beş yüz on
iki, on beşinci
kareye on altı bin
üç yüz seksen dört,
yirminci kareye beş
yüz yirmi dört bin
iki yüz seksen
sekiz, yirmi beşinci
kareye on altı
milyon yedi yüz
yetmiş yedi bin iki
yüz on altı....
Hesap tamamlanıp,
her kareye konulması
gereken buğday
adetleri toplanınca
(bunu yazıyla
yazamayacağım)
18.446.744.073.709.551.615
tane buğday
verilmesi gerektiği
anlaşılır. Bu kadar
buğdaysa, değil
ülkede, dünyada
yoktur ve bulmak
için dünya yüzeyinin
64 misli
büyüklükteki bir
kara parçasına
buğday ekilmelidir.
Satranç ile
ilgili rivayetler
daha pek çoktur ama,
bilgisayarın
icadıyla satranç
tahtasının mertliği
bozulur. Çünkü
satranç artık
bilgisayarda
oynanmaktadır.
Bilgisayarda satranç
oynanması fikrini
ilk olarak Alain
Turing 1940'larda
ortaya attıysa da
bilgisayar için ilk
program 1958'de
Amerikan Hava
Kuvvetleri'ne
araştırmalar yapan
Rand Corporation
tarafından
yapılmıştır. Bu
makinenin hamle
yapmasının bir saat
aldığı söylense bile
bu önemli değildir.
Çünkü günümüzde
dünya satranç
şampiyonu ile
karşılaştırılmak
üzere yazılan
programlar saniyede
yüz milyonlarca
durumu
incelemektedir. Yani
çok hızlıdırlar ama,
halen insanlara
üstünlük
sağlayamamışlardır.
Aslında üstünlük
kazansa bile, bu
bilgisayara mı yoksa
programı yazana mı
mal edilmelidir?
Üniversiteden
mezun olacağım yıl,
son sınavım bitirme
projesi üzerineydi
ve sıcak bir haziran
ayının ikinci günü
yapılacaktı sınav.
Proje ise bir
bilgisayar
programıydı. Üç
arkadaş, uzun
uğraşlar sonucu az
çok öğrenebilmiştik
programı ve son
olarak sınavdan bir
gece önce,
bildiklerimizi
bilgisayar başında
tekrar ediyorduk.
Akşam üzeri proje
arkadaşlarım gitti,
gece ise evde herkes
uyuduğu halde
bilgisayarda
çalışmamı
sürdürüyordum.
Sabaha karşı
yoruldum ama,
uyursam da
uyanamayacağımdan
korkuyordum.
Çalışmaktan da
sıkıldığım için
açtım bilgisayarın
satranç oyununu,
başladım oynamaya.
Her seferinde oyun
çabucak bitiyor ve
ben mat oluyordum.
Ya beşinci ya da
altıncı oyundaydı,
bilgisayarı köşeye
sıkıştırdım.
Yaklaşık on
dakikalık düşünme
süresi vardı
bilgisayarın ve
hepsini kullandıktan
sonra, mat olduğunu
kabul etti. Tahmin
edeceğiniz gibi,
bende bir sevinç bir
sevinç... O hızla
okula gidip sınava
girdim ve biz üç
arkadaş projemizi en
iyi şekilde savunduk
ama, taktiğimizi
bilgisayardaki
satranç oyunundan
almış ve bize
verilen süreyi
sonuna kadar
kullanmıştık,
başarılı olmak
için...
Fikir taşıyorsun
Fikir taşıyorum
Fikirsiz insan
olur mu?
Hayvan!
Fuat Ofşin'in
Fikir adlı bu
şiirini buraya neden
yazdım? Açıklayayım.
Her ne kadar
bilgisayarda satranç
oynanması fikrinin
ilk olarak
1940'larda
ortaya atıldığını
söylediysem de, Alan
Turing'den yaklaşık
iki yüz yıl önce
yaşayan Macar Baron
Wolfgang Von
Kempelen'in aklına
bir fikir gelir ve
1769 yılında biraz
sonra anlatacağım
makineyi icat eder.
O yıllarda
Macarlar, Avusturya
Veraset Savaşı
(1740-48) sırasında
Maria Theresia'nın
yanında yer almaları
nedeniyle, iç
işlerinde ülkenin
diğer bölgelerinden
bağımsız, ayrı bir
krallık olma hakkını
elde etmişlerdir. Bu
sayede o yılların
durgun geçtiğini
söyleyebiliriz.
Wolfgang Von
Kempelen ise
geliştirdiği bu
makine ile bütün
Avrupa'yı hayretlere
düşürür. 'Türk'
adındaki bu makine
insanlara karşı
satranç
oynamaktadır. Yani
Baron sadece satranç
oynayan bir
bilgisayar icat
etmiştir. İsminin
neden Türk konduğunu
bilmediğimiz bu
bilgisayarın, Garry
Kasparov ile karşı
karşıya getirilen 'Deep
Blue' adlı satranç
programının ilk
versiyonu olduğunu
düşünebilirsiniz
ama, biraz sonra
okuyacaklarınızla
yanıldığınızı
anlayacaksınız.
Tekrar 1769
yılına dönersek
müthiş bir zeka
ürünü (!) olan Türk
adlı bu bilgisayar
için adamlarına kutu
yapmalarını emreder
Wolfgang Von
Kempelen. Her ne
kadar boyutu bugünkü
bilgisayarlara göre
büyükse de elli yıl
öncekilere göre de
küçüktür.
Teknolojisini (!)
düşününce, yaklaşık
bir buçuk metre
boyunda, kırk
santimetre
genişliğinde ve
altmış santimetre
derinliğinde olması
gereken makinenin,
ekran benzeri bir
penceresi olduğunu
söylersem, sanırım
yanılmış olmam.
Baron'un bu
teknoloji harikasını
imal etmesi de pek
zor olmamıştır.
Hatta bilgisayarın
kutusunun yapımı
daha uzun zaman
almıştır
diyebiliriz.
Adamlarının tasarımı
yapıp, kutuyu
şekillendirmeleri
birkaç gün ya da en
iyimser düşünce ile
birkaç saat sürdü
desek bile, Baron bu
kadar uğraşmaz
imalat için, hatta
eline alet bile
almaz.
İlk karşılaşma
gelip çattığında
herkes çok
heyecanlıdır. En
başta da Baron ama,
onun heyecanı "acaba
kazanabilecek mi?"
diyedir.
Bilgisayarın, yani
Türk'ün ilk
rakibinin ve
izleyenlerinin
heyecanı "acaba
çalışacak mı?"dır.
Sırf bu kadar değil,
makine de oldukça
heyecanlıdır; "acaba
becerebilecek
miyim?" diye...
Maç saati gelir,
Türk'ün karşısına
oturtulur rakibi ve
Baron bilgisayara
başlama komutunu
verir. Oyunun ne
kadar sürdüğü, kimin
kazandığı önemli
değildir ama,
bilgisayar çalışır.
Türk'ün rakibinin
şaşkınlığını göz
önünde
bulundurursak, maçı
Türk'ün aldığını
iddia ederek "en
büyük Türk, başka
büyük yok"
çığlıkları
atabiliriz. İleriki
maçlarda Türk'ün
galibiyetleri de
olmuştur,
mağlubiyetleri de.
Ancak dediğimiz
gibi, bu önemli
değildir.
Söylenenlere göre
Avusturya
İmparatoriçesi, Rus
İmparatoriçesi 2.
Katerina hatta ve
hatta öldüğü zaman
kalbinin bir satranç
tahtasına
gömülmesini isteyen
Napolyon Bonaparte
bile Türk'e rakip
olmuştur.
Üç maç mı
yapmıştır Türk, beş
maç mı ya da elli -
yüz karşılaşma
sonucunda mı
anlaşılmıştır
Baron'un oyunu
bilinmez ama, biz bu
final için bir
hikaye uyduralım.
Türk'ün başarısı
Avrupa'ya dalga
dalga yayılır.
Herkes onunla maç
yapmak için sıraya
girer, bu arada
Baron da kesesini
iyicene doldurur.
Bir gün, Türk'ün
karşısına çok
sinirli bir rakip
çıkar. Bay Y. Hiç
kimse Bay Y'nin
Türk'ün Azrail'i
olacağını bilemez.
Maç başlar ve
ilerleyen saatlerde
Bay Y yenileceğinin
ilk belirtilerini
görür. Çok geçmez,
birkaç hamle sonra
da Türk 'şah' çeker.
Bay Y düşünür
düşünür ama, mat
olmaktan
kurtulamayacağını
anlar. Yenildiği her
karşılaşmada satranç
taşlarını elinin
tersiyle dağıtma
alışkanlığı olan Bay
Y, ayağa kalkar.
Yenilgiyi
hazmedemediği için
burnundan
solumaktadır. Bir
süre gözlerini
bilgisayarın
ekranından ayırmayan
Bay Y, sonunda hiç
kimsenin beklemediği
hareketini yapar ve
bilgisayarı bir
tekmede devirir.
Önce işitilen "Ahh!"
sesinin ardından bir
sürü de küfür
duyulur. Şaşkın
gözlerin önünde,
bilgisayarın kırılan
ekranından yüzü-gözü
yara-bere içinde bir
kafa çıkar. Bu adam
ünlü satranç teori
yazarı Johann
Allgaier'dir ve o
ana kadar hiç
kimsenin aklına onun
neden Türk'e rakip
olmadığı
gelmemiştir.
Napolyon
Bonoparte'ı bile
yenen Türk,
Philadelphia'da
korunduğu Çin
müzesinde, 1854
yılında çıkan bir
yangına yenilmiştir.
Artık yıl
1972'dir. Satrancın
kuralları değişmese
de dünyada çok şey
değişir. Bunun
üzerine sahneye
Ataol Behramoğlu
çıkar ve isimsiz bir
şiir yazar. Bu
şiirle; çoook buğday
borçlu Arap Şah'ına
mı, Macar Baron
Wolfgang Von
Kempelen'e mi yoksa
şiiri yazdığı
yıllardaki birine mi
seslenmiştir sormak
gerekir kendisine:
Elinde ne piyon
kaldı, ne vezir, ne
kale
Düştü birbiri
ardına atlar, filler
Ama şah hala ayak
diremekte
Yeni taşlar
bulundu çünkü:
Köpekler...
İki yüz yılı bir
çırpıda geçeriz de
bir çeyrek yüzyılın
lafı mı olur. Hemen
1997 yılına ulaşır
ve Yeşim Saygın
Armutak'ın Sanrı
şiiriyle bu yazımızı
da bir şekilde Orhan
Veli'ye bağlarız:
Dostoyevski geldi
ansızın
hiç konuşmadı
serüvenci bir
düşü
kentten kaçmıştı
şiirler okudu
konçinalar
bir plak intihar
etti
direniyordu gece
kardan kandiller
sönük
düellosuna
satranç oynadık
Puşkin'le
vuruldu
geceyi uyku
tutmuyordu
Bir başka düello
da gecelerini
uykusuz geçiren iki
kişi arasında geçer.
Orhan Veli ile Sait
Faik bir ay boyunca
her akşam Balık
Pazarı'nda
buluşurlarmış.
Ellerinde de
Cumhuriyet gazetesi.
İçmek üzere
oturduklarında hemen
gazetenin
bulmacasını açarlar
ve yarışırlarmış.
Bir ay boyunca hep
Orhan Veli kazanmış,
Sait Faik'in payına
da hep hesabı ödemek
düşmüş. Sonunda Sait
Faik isyan etmiş:
"Kabul ediyorum, bu
konuda çok iyisin
ama, bir aydır hep
sen kazanıyorsun.
Bir kerecik bile
kazanamadım!" Orhan
Veli pis pis
sırıtarak
yanıtlamış: "Sait,
senin kazanmana
imkan yok. Bu
bulmacaları ben
hazırlıyorum, nasıl
senden önce
bitirmeyeyim!"
"Bilgisayar ve
satrançın
bulmacayla, dahası
Orhan Veli ile
alakası ne?" diye
merak ediyorsanız
(hakkında bilgi
bulamadığım için) en
büyük merakım;
kelimelerle kağıt
üzerinde bu kadar
iyi oynayan bu adam,
satranç oynar mıydı?