Orhan Veli'nin
ölümünün ardından
arkadaşları,
İstanbul Türküsü
şiirini vasiyet
kabul ederek, O'nu
Rumeli Hisarı'nda
Aşiyan Mezarlığı'na
gömerler.
Otuz sekiz yıl
sonra yapılan Orhan
Veli heykeli de
sahildeki küçük
parka konur. Elinde
bir kitap tutan
şair, Boğaziçi'ni
seyretmektedir ve
hemen arkasında da
bir martı vardır.
Kimi zaman deniz
kenarında el ele
yürüyen sevgilileri,
kimi zaman gecenin
karanlığını yırtarak
geçen araba
farlarını, kimi
zaman da hemen
önünde balık
tutanları izlese de
birkaç metre
ilerisindeki boğazın
sularında elini
ıslatamamanın,
denizin suyunu
yüzüne çarpamamanın
acısını duyar.
Asıl büyük acısı
ise boğazda gördüğü
yoğun deniz
trafiğidir. Hele
hele martılar gün
geçtikçe azalırken,
artan deniz
kazaları...
Yıllardır
gece-gündüz bir
bekçi gibi izlediği
boğazın sularında,
yüreciğini ağzına
getiren her kazadan
sonra biraz da
yağmurun yardımıyla
gözyaşı döktüğü bile
görülmüştür.
Denizi kim sevmez
Üstünde ve
kenarlarında
Balık
Tutulduktan sonra.
Boğazın iki
yakası olduğuna ve
bu iki yakada daha
çok balık tutan
olduğuna göre, Orhan
Veli'nin boğazı
neden daha çok
sevdiğini
anlayabiliriz ve
heykelin konduğu
yerin seçiminin ne
kadar doğru
olduğunu... Yer
doğrudur ama, heykel
nasıldır? 1988
yılının eylül ayında
Yeryüzü Kültürü
Dergisi olarak
çıkmaya başlayan
Argos'ta Bardağı
Taşıran Heykel'i
anlatır İshak Reyna:

"Aşiyan'daki
Orhan Veli anıtı
işini Geleneksel
Türk El
Sanatları'ndan bir
hoca ile heykel
bölümünden genç bir
doktora öğrencisinin
alması bana önemli
görünmüştü.
Belediye'nin
projelere açtığı bu
işte istenen klasik,
figüratif bir
heykeldi. Heykel
bölümü doktora
öğrencisi Aydın
Aşkan 'şartlar ve
sınırlamalar' olarak
tanımlıyordu bunu.
(Doğrusu non-figüratif
olmaması dışında
epey esnek bir
'sınırlamaydı' bu
bence. Hele yapım
işi kabul edilmişse,
bu bir mazeret bile
oluşturamazdı)"
Oturduğu yerde
sol dirseğinden
destek alarak biraz
arkaya yaslanmış,
sağ elinde bir kitap
bulunan ve sağ
ayağını sol ayağının
üstüne çaprazlamış
bir heykeldir
yapılan. Ne var ki
İshak Reyna'nın
yazısından da
anladığınız üzere
pek öyle olmamıştır.
Biz işin erbabına
bırakalım
kalemimizi, sonra
yine lafa karışırız
ne de olsa:
"Figürün
arkasında sağdaki
sütunun üzerinde ise
Orhan Veli'nin
şiirlerinden
fırlamış bir 'martı
kuşu' vardı. Yine
Aydın Aşkan'ın
dediğine göre
ayaklar, açık kitap
ve martının
kanatları arasındaki
uyumun heykeli
dinamikleştireceği
düşünülmüştü. Ama
bütün bunlar galiba
yalnızca
düşünülmüştü. Çünkü
ortaya çıkan
bambaşka bir şeydi:
Birincisi, oturduğu
ve geriye doğru
hafifçe kaykıldığı
düşünülen bu heykel,
altındaki taşa
oturmamış, daha çok
düşerken havada
yakalanmıştı.
Üstelik atölye
koşulları yüzünden
geçirdiği mutasyon
Orhan Veli'nin
vücudunun çeşitli
yerlerinde tuhaf
uzamalara yol açmış,
kendisi eklem
yerleri biraz garip
hareket eden bir
vitrin mankenine
dönüşmüştü.
İkincisi,
heykelin bazı
bölgelerinde
elbisenin içinde bir
vücut olduğu, bazı
bölgelerde ise,
tersine, vücudun
üstünde bir elbise
olduğunu anlamak
tamamen insanın
hayal gücüne
bırakılmış. (Örneğin
O. Veli'nin beli ile
dizleri arasında
pantolon giydiğini
gösteren herhangi
bir ibare yoktu.)
Orhan Veli'nin
beli ve sırtı ise, o
bacak uzatışa ve
geriye kaykılışa
dayanamayarak
tutulmuş; boyun,
içindeki vücutla
nasıl bağlandığı
meçhul elbiseden
muhtemelen ancak
gömlek giydirilmiş
bir kertenkelenin
becerebileceği bir
hareketle fırlayıp,
hafifçe yana
yatmıştı.
Orhan Bey'in
atölyedeki sanat
atmosferi yüzünden
ağır bir raşitik
hastalık geçirdiği
anlaşılıyordu.
Ancak, şairin body
çalışmalarını bir
hayli ilerletmesine
rağmen bu sporu
neden lokal olarak
uyguladığı bir
muamma olarak
kalıyordu.
Bu arada
kendisinin ince ve
zarif parmakları
biraz irileşmiş;
eller, el ile ayak
arasındaki oran
meçhul kılınıp o
azıcık iri postalı
ayaklar kadar
azmanlaşınca da
kitap bu dolma
parmaklı elin içinde
kaybolmuştur. Ayrıca
bu devasa el ve
ayaklarla kafanın
uyumu da hoştu ama,
doğrusu oran
konusunda hiçbir şey
sol kola 'boy
ölçüşemezdi': Geriye
kaykılıp dirseğinizi
arkanızda bir yere
destek olarak
yaslamaya
kalktığınızda
dirseğin ancak belin
üstüne kadar inmesi
gibi anatomik bir
engelin varlığı
kötüydü tabii. Ama
bu anatomik engel
heykeltıraşlarımızın
insanüstü çabaları
sayesinde
giderilince dirsek
kalçanın altına
inmeyi başarmış,
kolun dirsekten
aşağı kısmı da
baldırların ortasına
kadar uzanabilmişti.
Yüzde ise, sol
gözün olması gereken
hizanın 'biraz'
dışına taşması;
verilmek istenen
hafif hüzünlü ifade
içinse dudağın
kıvrılmasının alt
dudaktan bir parça
alınarak, gözlerin
ise devrilerek
sağlanmasının
dışında bir araz
yoktu. (Bu haliyle
Orhan Veli anıtının
yüzünde olsa olsa bu
garip pozisyonda
zorla modellik
yaptırılan bir
insanın acısı
okunuyordu...)
Arkadaki O'men 2
filminden fırlamış
bir kuzgunu daha iyi
temsil eden 'martı
kuşu'na gelince: O
da üstüne tünediği o
garip sütunun
tepesinden Orhan
Veli'ye doğru atağa
geçip tam
'gözbebeklerini
temsil eden iki
delikten başka'
yüzünde yeni bir
delik açmayı
planlarken
'yakalanmıştı'
galiba (ister
istemez bu ifade de
Orhan Veli'nin
yüzüne yansıyordu.)"
Bundan sonraki
heykeltıraşlara
verilen anatomi
dersleri geçelim ve
biz Orhan Veli'ye
dönelim. Efendim,
İshak Reyna'nın
bilmediği ve belki
de bilemeyeceği
başka hatalar da
vardır heykelde.
Neler mi? Orhan
Veli'yi tanıyanların
fark edebilecekleri
hatalar.
Arkadaşları Orhan
Veli'nin iyi
giyinmeyi sevdiğini
söylerler. Gerçekten
giyim, kuşamına
dikat ederdi ama,
parasız kaldığı
zamanlarda da ilk
gözden çıkardığı
şeyler arasında bu
elbiseler olurdu.
Yaprak dergisininin
bir sayısını
çıkarabilmek için
paltosunu satmış ve
kış ortasında
ceketle kalmıştır.
İşte buna benzer bir
olayı da Melih
Cevdet anlatır:
"Sattığı yer hep
aynı eskici olurdu.
Hergele
Meydanı'ndaki bir
eskici. Tatlı bir
anım var onu
anlatıvereyim. Bu
giysilerin pantolon
paçaları dardı
elbet, Orhan'ın
beğenisine uygun
olarak. Bir gün gene
bir giysisini
götürdüğünde,
eskici, 'Beyim, bir
dahaki sefere
paçaları bol tut,
çünkü satılmıyor dar
paçalı olduğu için'
demişti."
15 Ağustos 2000
tarihli Milliyet
gazetesinde "Orhan
Veli'nin ölümünün
50. yılındayız. Ama,
2000 yılının
yarısını geride
bıraktığımız halde
herhangi bir anma
programına
rastlamadık.
herhalde mevlit
mantığıyla şairin
öldüğü Kasım ayı
bekleniyor!" diyen
Sunay Akın,
elinizdeki bu
kitabın sonbahar
yapraklarıyla önüne
düşmesini umduğunu
da ekliyor.
Aylarca elimdeki
'Orhan Veli Arşivi'
ile bir sergi
yapabilmek için
uğraştım. Gittiğim
tüm kapılarda hoş
karşılanmış ama,
"ama ...." nokta
noktalarda değişen
bahanelerle kapılar
ardımdan kapanmıştı.
Hatta bir gazeteye
önerdiğim yazı
dizisi de henüz
telefon
tellerindeyken yazın
sıcaklığıyla sararıp
solmuştu. Kim bilir
başka kimlerin
çalışmaları da böyle
başlamadan
bitmiştir.
Sunay Akın'ın
yazısına dönersek;
heykeldeki adamın
kim olduğunu
sorguladığı bu
yazıda, eğilerek
heykelin üzerindeki
pantolonun
paçalarını katlamak
isteğini uyandırır
okuyucuda: "Orhan
Veli'nin pantolon
paçalarının kısa
oluşunun nedeni
babasıdır!
Cumhurbaşkanlığı
Senfoni
Orkestrası'nda
şeflik yapan, Mehmet
Veli Bey, pantolon
paçalarının
ayakkabıya kadar
sarkmasından hiç
hoşlanmazmış. Hatta
şairin Ankara
Lisesi'nden arkadaşı
Oktay Rifat, bir
kompozisyon dersinde
kaleme aldığı
yazıda, değindiğimiz
paça sorununu ele
almış ve Orhan
Veli'nin evden
çıkarken, pantolon
paçalarını epey
yukarı çektiğini
yazmıştır. Şairin
başına konan 'martı
kuşu'nun da eksik
edilmediği
heykelinde pantolon
paçaları,
beğenisinin tam
aksine oldukça
uzundur!"
Yeri gelmişken
'martı kuşu'na da
biraz değinmek
gerek. Heykel
yapıldıktan sonra,
bir gün bu martı
çalınır ve
heykeltraşlar
tarafından tekrar
yapılarak aynı
kayalığın üzerine
uçurulur. 12 yıldır
kanatları açık duran
bu martıyı, en
yorgun martı ilan
edebiliriz ama, bu
yeterli değildir.
Aynı zamanda en
ıslak martıdır da.
Çünkü temmuz 1999'da
bir balıkçı, hekelin
arkasında bulunan
martının 'abisini'
yakalar. Evet,
martıyı çalan kişi
onu denize atmıştır
ve sonunda bir
balıkçının ağına
yakalanmıştır o da.
İşin garip yanı, bu
olay yalnızca Kanal
D Haber Merkezi'ne
konu olmuştur.
Olay tıpkı Şair
Eşref'in mezar
taşının çalınması
gibidir. Bir
şiirinde
Kabrimi kimse
ziyaret etmesin
Allah için
Gelmesin,
reddeylerim billahi
öz kardaşımı
Gözlerim ebnay-i
ademden o rütbe
yıldı kim
İstemem ben
fatiha, tek
çalmasınlar taşımı!
diyen ve Manisa,
Kırkağaç'ta gömülü
olan şairin mezar
taşı, ölümünden 25
sene sonra
çalınmıştır.
Sunay Akın'ın bir
başka tespiti de
şairimizin ayakları
üzerinedir. Orhan
Veli oturduğu zaman
çoğunlukta ayak ayak
üstüne atardı.
"Heykelin yapıldığı
günlerde Melih
Cevdet Anday
aranılır ve Orhan
Veli'nin oturup
kalkışına ilişkin
sorular sorulur.
Anday, arkadaşı
Orhan Veli'nin
otururken bacak
bacak üstüne koymayı
yeğlediğini
belirtir. Oysa,
heykele baktığımızda
şairin bacak bacak
üstüne atmadan
oturduğunu görürüz.
Orhan Veli'nin,
Melih Cevdet
Anday'ın dediği
şekilde oturuşunu
iki fotoğraf
doğrular. Bunlardan
ilki Sabahattin
Ali'nin anlatıldığı,
1995'te yayımlanan
Filiz Hiç Üzülmesin
adlı kitaptadır.
Ankara'daki Atatürk
Orman Çiftliği'nde
çekilen fotoğrafta
Sabahattin Ali ve
Orhan Veli
arkadaşlarıyla
birlikte poz
verirler. Sağ elinde
sigarasını tutan
Orhan Veli'nin bacak
bacak üstüne attığı
görülür."
İki fotoğraf
demiştir Sunay Akın
ama, bir dizgi
azizliği ile ikinci
fotoğrafla ilgili
olan bölüm gazeteye
basılmamıştır.
İkinci fotoğraf da
Mina Urgan'ın
kitabında yer
almaktadır. Ne var
ki, Mina Hoca
anılarında Orhan
Veli'nin bacak bacak
üstüne atamadığını
belirtir, Sunay
Akın'a inat:
"Hava iyi olunca,
Küllük denilen
Eminefendi kahvesi
toplantı yerimizdi.
Şimdi Beyazıt
meydanında oturulup
bir çay içilebilecek
tek yer olan caminin
arkasındaki çınarlı
kahveye kimseler
rağbet etmezdi
eskiden. Eminefendi
kahvesine yalnız
öğrenciler değil;
ressamlar, yazarlar,
şairler de gelirdi.
Ankara'da
olmadıkları zaman
Orhan Veli, M.
Cevdet ve Oktay
Rifat ile orada
buluşurduk. Orhan
Veli'nin bacakları
öyle ince ve öyle
uzundu ki, alçak
tahta iskemlesinin
üstünde otururken,
herkes gibi bacak
bacak üstüne atmaz,
bacaklarını
birbirine dolardı."
Kuşkusuz Mina
Hoca'nın yazısından
da Orhan Veli'nin
bacak bacak üstüne
atma sevdası
anlaşılıyor ama, biz
Sunay Akın'a
takılmalarımızı
inatla sürdürürsek;
"Ne gazetelerdeki o
fotoğraflarda ne de
ilk kez bu kitabın
kapağında yayımlanan
fotoğrafta, Orhan
Veli'nin
pantolonunun
paçaları dardır"
diyebiliriz. Kim
bilir belki de Orhan
Veli, eskicinin
sözünü dinlemiş ve
paçalarını
bollaştırmıştır...
1937 yılında
adına şiir yazdığı
Montör Sabri'yi
yıllar sonra bir
ayağı kesilmiş
olarak gören Orhan
Veli, o sırada
pantolonunun
paçasını
düşünmemiştir ama,
Sunay Akın'ın
yazısını
Dünya ne kadar
tatlı ki binlerce
kişi
Kolsuz ve
bacaksız yaşayıp
durmakta
dizeleriyle
bitireceğini
bilmiştir. Sırf bu
yüzden "Asfaltın
üzerinden bisikletle
geçen kızın
bacakları" ile de
yetinmemiş ve Heykel
adlı bu yazıyı
bitirebilmem için,
Dalgacı Mahmut
şiirini yazmıştır:
Dalga geçerim
kimi zaman da,
O da benim
vazifem;
Bir baş düşünürüm
başımda,
Bir mide
düşünürüm midemde,
Bir ayak
düşünürüm ayağımda,
Ne haltedeceğimi
bilemem.