ŞAİRLERİN DÜELLOSU
Eski çağlarda
tanrının bir takdiri
olarak kabul edilen
düello, daha sonra
kan davasının
hafifletilmiş şekli
oldu. İlk çağlarda,
savaşlardan önce,
savaş sırasında ve
daha sonra yapılan
teke tek
vuruşmalarla ortaya
çıkan düello, daha
ileriki yıllarda,
özellikle törelerle
geleneklerin kanun
yerine geçtiği;
kanunları bilen
hakimlerin pek fazla
olmadığı çağlarda
anlaşmazlıkları
çözmek için
yapılmaya başlanır.
Düelloyu herkesin
yapması imkansızdır.
Ancak asiller ve hür
insanlar düello
yapabilirdi.
Düelloyu kaybeden,
yenilgiye uğrayan
taraf suçlu olarak
kabul edilir ve
ölmemişse
cezalandırılırdı.
Günümüzde de
güçlünün hep haklı
olduğu davalar
vardır. Can Yücel'in
ancak 7. yüzyılda
yaşanması gerektiği
halde günümüzde de
süren bu sistemi
anlattığı Bir Çin
Şiiri konuyu daha
iyi anlatır:
Davacı zengin,
davalı yoksulsa
Zenginden yana işler
yasa
Davacı yoksul,
davalı zenginse
Davalıda kalır yine
nizalı arsa
Davacı da davalı da
zenginse davada
Özür diler çekilir
aradan kadı
Davacı da davalı da
yoksulsa, bak
Sade o zaman işte
yerini bulur hak.
Her iki tarafın da
kan bağışında
bulunması halinde,
Paraguay'da düello
yapmanın yasal
olduğu gibi bir
lüzumsuz tafsilatı
araya sıkıştırdıktan
sonra, edebiyata
geçebiliriz...
Dünya edebiyatında,
Anton Çehov'un
Düellosu, Düello
Edebiyatı'nın baş
eserlerindendir. 19.
Yüzyılda, Karadeniz
kıyısında yaşayan
memur Laevski, ilk
gençlik yıllarının
boşu boşuna
geçtiğini düşünse de
bütün gününü
içkiyle, kumarla,
boş boğazlıkla
harcar. Alman asıllı
bir biyolog olan Von
Koren ise
Laevski'den nefret
etmektedir.
Aralarında
gerginliğin arttığı
bir gün Von Karen,
Laevski'yi düelloya
davet eder.
Düellodan önceki
gece kendisiyle iç
hesaplaşan Laevski,
geçmişinin
kayıtsızlıklar ve
yalanlarla dolu
olduğunu görür.
Ertesi gün, düelloda
ölen olmaz ama, ölüm
düşüncesi Laevski'yi
sarsmıştır. Bu
olaydan sonra da
yepyeni bir insan
olur. Artık işine
bağlıdır, dürüsttür.
Bir düellonun insan
hayatını düzene
koyduğu da herhalde
yalnızca edebiyatta
gerçekleşmiştir.
Ortaçağ Avrupa
Edebiyatı'nda sık
sık rastlanan
düelloların yanı
sıra, edebiyatımızda
da M. Şevket
Esendal'ın
İzzet, düello teklif
et!
mısrası, düellonun
rastlandığı birkaç
mısradan biridir.
Günümüzde
yazarlarımız -
şairlerimiz
kalemlerini bir
kılıç gibi
kullanarak
birbirlerine
saldırmayı huy
edindiler. Hiç kimse
tüfeğin icadıyla
bozulan mertliğin,
kılıcın icadıyla mı
icat olunduğunu
düşünmüyor.
Halbuki ne güzel
düellolar yapar
aşıklarımız.
Etlerine batan tek
şeyse bir iğnedir.
Bazı harfleri
kullanmadan
yapılacak bir düello
için dudak arasına
konan bir iğne...
Kimi zaman
şairlerimiz de
birbirlerini
düelloya davet
etmişlerdir.
Bunlardan biri,
yakın zamanlarda
Gebze'de yaşanır.
Halen Gebze'nin 2.
noteri olan Muammer
Burdurlu, uzun
zamandır beyaz
eşyacı olarak
tanıdığı Akgün
Akova'nın aynı
zamanda bir şair
olduğunu, şans eseri
öğrenince soluğu
Akova Ticaret'te
alır.
Akgün Akova'yı
düelloya davet eden
Muammer Burdurlu,
silahları da
seçmiştir; ikisi de
kendi şiirlerini
kullanacaklardır.
Düelloda kaybedeni
halkın seçmesi için
Gebze Meydanı'nda
Atatürk Heykeli'nin
önünü düello için
uygun bir alan
olduğunu söyleyen
Burdurlu, ateşli
konuşmasını şöyle
sürdürür:
"Siz gençler,
kargacık burgacık
şeyler karalamakla
şair olunduğunu
zannediyorsunuz. Var
mı hiç ölçünüz, var
mı hiç kafiyeniz?
Oysa ne güzeldir
failatün, failün,
failün..."
Bu düello
gerçekleşmiş midir?
Akgün Akova'ya göre
"Hayır!" Ne nasıl
kurtulduğunu anlatır
Akgün Akova, ne de
kurtulmak için
yaptıklarını...

Bu yüzden biz de
başka bir düelloya
kalemimizi uzatalım.
Benzer bir düello,
1949 yılında
gerçekleşir. Yahya
Kemal bazı genç
şairleri Ankara'da
Kerpiç Lokantası'nda
yemeğe davet eder.
Yaprak dergisinin
şairlerinin arasında
Orhan Veli, Oktay
Rifat, Melih Cevdet,
Sabahattin Eyuboğlu
ve Mahmut Dikerdem
vardır. Bu tip
toplantılarda
çevresindeki
şairlerden
şiirlerini okumasını
isteyen Yahya Kemal,
önce ağır,
melankolik ve aruz
vezinli şiirlerinden
birini silah olarak
çeker. Ondan sonra
genç şairlerden ilk
olarak Oktay Rifat
söz alır. O'nun
silahı da son
zamanlarda yazdığı
Yalancı Dolma
şiiridir:
Şu zeytin yağlı
dolma
Yemek değil rezalet
Rezalet rezalet
rezalet
HÜRRİYET MÜSAVAT
ADALET
Yahya Kemal
böylesine bir
düelloya girdiğine
bin pişman olmuştur.
Yemeğin devamında
yaptıklarını Mahmut
Dikerdem'in
anılarından
okuyalım: "Kendisi
ile alay edildiğini
zannetti. Bize
arkasını döndü ve
sürekli öksürdü. Bu
gitmemizi istiyor
anlamındaydı. Herkes
teker teker ayrıldı.
Oktay Rifat'ın hiç
böyle bir niyeti
yoktu ama..."
Bu olayı bilen Metin
Eloğlu, şu iki
dizeyi Oktay Rifat'ı
yüceltmek için
yazar:
Adalet müsavat
hürriyet demeye
Sadece yürek ister.
Orhan Veli, o gece
Kerpiç
Lokantası'ndaki
masada şiir
okumamıştır ama,
yıllar önce Yahya
Kemal'le benzer bir
durumda
konuşmuşlardır. Bir
gün Boğaz Vapuru'nda
karşılaşır şairler.
(Bu olayın Park
Otel'in balkonunda
geçtiği de
söylenir.) Ne de
olsa vapur
yolculuğu, şurdan
burdan konuşulduktan
sonra "Yeni şiirler
var mı?" diye sorar
Yahya Kemal. "Var!"
diyen Orhan Veli,
Efsane adlı şiirini
okur:
Bir zamanlardı bu
gam hanede bir dem
vardı
Gece sahilde sular
fecre kadar çağlardı
O çağıltıyla beraber
döğünürken def ü
cenk
Bir güneş dalgalar
üstünde doğar
rengarenk
Mavi bir gökyüzü
titrerdi güzel bir
histe
Rindler muğbeçeler
mest bütün mecliste
Ve o haletle bütün
kahkahalar
nağmeleşir
Dilde Yahya Kemal'in
şarkısı şehnameleşir
O gürültüyle sular
çalkalanır çağlardı
Bir zamanlardı bu
gamhanede bir dem
vardı
Lakin artık o hayal
alemi bir efsane
Ses sada yok bu
değil sanki o
devlethane
Orhan Veli'nin bu
şiiri Yahya Kemal,
Refi Cevat Ulunay ve
Kadircan Kaflı gibi
birçok kişinin
övgüsünü
kazanmıştır. Oysa O,
bu şiiri edebiyat
temelinin, şiir
bilgisinin ne kadar
güçlü olduğunu
göstermek için
yazmıştır. Okuması
bitince "Siz biraz
daha gayret etseniz
bizi de geçeceksiniz"
diyen Yahya Kemal'e
"Aman efendim, biz
bunu alay olsun diye
yazıyoruz" yanıtını
verir.
Yanlış anlaşılmasın;
Orhan Veli, eski
şiiri bilir ve
önemserdi. Bir gün,
henüz Yahya Kemal
yaşarken (zaten
Orhan Veli'den sonra
ölmüştür) Kaynak
Dergisi, yeni
şairlere Yahya Kemal
için ne
düşündüklerini
sormuştur. O'nu göğe
çıkaranlar olduğu
gibi yerin dibine
batırmaya çalışanlar
da olmuştur ama,
Orhan Veli verdiği
yanıtlarla O'nun
şiirini anladığını
göstermiş, O'na olan
saygısını,
sevgisini, borcunu
söylemiştir. Buna
karşılık Yahya
Kemal'in
davranışlarına anlam
vermek imkansızdır.
Örneğin; bir gün
evine geldiğinde
kapısında bir kağıt
bulur Sabahattin
Eyuboğlu:
Kapılar, pencereler
savletime bigane:
Ses sada yok, bu
değil sanki o
devlethane.

Pürüzsüz bir el
yazısıyla yazılan
iki beyitin Orhan
Veli'nin elinden
çıktığını anlamakta
zorlanmaz Sabahattin
Eyuboğlu çünkü,
onlarca mektup
almıştır O'ndan. Bu
iki beyiti okuduğu
Yahya Kemal ise;
"Vay yezit, vay!"
demekle kalmaz,
kendisine Efsane
şiirini hatırlattığı
için olsa gerek bir
daha da duymak
istemez bunları.
Eyuboğlu'nun
notlarından şunları
da okuyabilirsiniz:
"O yıllarda Orhan'ın
içinden zor çıkılır
rubai vezinleriyle
yaptığı Hayyam
çevirileri de üstadı
bir hayli
şaşırtmıştı."
Evet, Yahya Kemal
Efsane şiiri
karşısında hiç
düşünmeden, kendince
bir övgüde bulunmuş
ama, gerçeği
görememiştir. Yıllar
önce bir gün Orhan
Veli'ye çevredeki
apartmanları
göstererek:
"Köşkleri var,
halayıkları var.
Fakat bizim
duyduklarımızı
duymuyorlar, bizim
düşündüklerimizi
düşünemiyorlar. Biz
düşünüyoruz,
düşünülmüş halde
kendilerine
anlatıyoruz, yine
anlamıyorlar" diye
suçladığı insanların
konumuna düşmüştür.
İlerleyen yıllarda
Orhan Veli'nin eski
şiire karşı olan
sözleri, yazıları
artar. Bunu eskiye
bağlı olanları
sarsarak şaşkına
çevirmek ve
yadırgatarak
ilgilerini çekmek
için yaptığını
söyleyenler olsa da
Yahya Kemal O'nu bu
konuda şöyle
eleştirir:
"Bu şair, okuyucuyu
kendisine hayran
bırakmak değil,
hayrette bırakmak
istedi. Halbuki
hayret çabuk geçer,
hayranlıksa uzun
müddet devam eder.
Şiirin gayesi hayret
ettirmek değildir."
Görüldüğü gibi bu
söylediklerinde de
yanılmıştır Yahya
Kemal. Çünkü Orhan
Veli insanları
hayrete düşürmek
istemişse bile bu
hala devam
etmektedir. Halbuki
Yahya Kemal'den bir
kaç dize bilen insan
o kadar az ki...
Yahya Kemal'in bir
beğenip bir
beğenmemesi kafanızı
karıştırdıysa, işte
bir konuşması daha:
"Sizin kuşakta
hayran olduğum bir
taraf var. Ben
yıllarca çabalayıp
bir türlü
anlatamadığım şiiri
senin kuşak kolayca
anladı. Orhan
Veli'den, Cahit
Sıtkı'ya dek hemen
hemen bütün kuşak
şiirin hakikisiyle,
sahtesini ayırmakta
birleşiyor."
Bu lafları söylediği
Cahit Tanyol'un
şahit olduğu bir
olay da şu
şekildedir. Bir gün
kendisini ziyarete
gittiği sırada O'nu,
elinde Orhan
Veli'nin bir
kitabıyla bulur.
"Neşesi yerindeydi.
'Ver elini Edirne
şehri.' (Keşan) Bu
dizedeki rahatlık,
onu büyülemiş
görünüyordu. Sonra:
'Dizi dizime değer
bir tazenin'
(Yolculuk)
dizesindeki söyleyiş
tazeliğine işaret
etti. Ben, bunların
kendisinden gelen
şiir zevkinin yeni
kuşaklardaki
yansıması olduğunu
söyledim."
Daha sonradan
Vazgeçemediğim adlı
bu kitabın ilk
sayfalarına bakan
Cahit Tanyol, Orhan
Veli'nin imza ve
ithafını görür: "En
genç şairimize!..."
Orhan Veli'nin
benzer yazılarının
sayısı hiç de
azımsanamaz. 1 Mayıs
1946'da Ülkü
gazetesinde yazdığı
Şiir Mecliste
yazısından da Yahya
Kemal'in
Milletvekilliğini
öğreniyoruz:
"İstanbul
Milletvekilliğini
Yahya Kemal kazandı.
Buna sevinmek mi
lazım bilmiyorum.
Çünkü Yahya Kemal
şimdiye kadar birçok
büyük mevkilerde
bulundu. Bu
mevkilerin en büyüğü
de Yahya Kemallik
mevkii idi. Baki'nin
bir mısraını,
'Derviş kendi başına
sultan olup gezer'
mısraını ihtimal
onun kadar hiç kimse
duymamıştır. Ben
Yahya Kemal namına
değil, daha çok,
milletvekilliği
namına seviniyorum."
Yahya Kemal ise bir
başka yazısında
Orhan Veli'yi "Dompsey'in
karşısına tabancayla
çıkıyorsunuz" diye
eleştirir. Bu sözün
yorumunu ve Orhan
Veli'nin cevabını
Sunay Akın'dan
okuyalım:
"Birinci Yeni
karşısında eski
şiiri temsil eden
<<Şairi Azam>> Yahya
Kemal, kendini
kasabanın şerifi
görüyor olacak ki,
gücünü kanıtlamak
için tabanca
markalarıyla söz
düellosuna başlamış.
Orhan Veli ise
yanıtını yıllar
sonra, 15.02.1950
tarihli Yaprak
gazetesinde verir: 'Browning
tabancasını kullanan
aslında biz değiliz.
Büsbütün tersine,
kurallardan
vazgeçmeyenlerin
çifte tabancalarla
geldiklerini
gördüğümüz halde,
işe elimizdeki
tabancayı bir kenara
bırakmakla
başlıyoruz.'
Orhan Veli 12
yaşındayken,
evlerinde çalışan
hizmetçi kızı Flober
tabancasıyla
korkutmak istemiş ve
ağır yaralanmasına
neden olmuştur.
Şairin, tabancayı
'bir kenara'
bırakmasını çok iyi
anlıyoruz. Ne de
olsa, tabancayla
şaka olmaz!..."
(Sunay Akın'ın
aklına gelmeyen bir
şeyi de biz
ekleyelim: 7.65mm.'lik
otomatik tabancayı
icat eden John Moses
Browning değil; 19.
yüzyılın önemli iki
şairi, karı-koca
Browning'ler bizim
için önemlidir.
Elizabeth Barrett ve
Robert Browning
çifti...)
Tüm bunlardan
ağzının payını alan
şair Yahya Kemal,
ancak Orhan Veli'nin
ölümünden sonra
düelloya devam etme
cesaretini bulmuş,
Orhan Veli ile
birlikte birçok
değerli şair ve
yazarı aşağılayarak
yermeye çalışmıştır.
Böylece 1956 yılında
Sermet Sami Uysal'la
yaptığı konuşmada da
kendi seviyesini bir
kez daha ortaya
çıkarmıştır:
"Ahmet Haşim şiirden
ne anlar... Nazım
Hikmet şair
değildir... Halit
Ziya hiçbir şey
değildir... Sait
Faik çok
şişirildi... Oktay
Rifat da, Orhan Veli
de cahil ve geri
kimselerdir..."
Kafası karışık adam
Yahya Kemal'in,
17.11.1950 Cuma günü
öğle namazından bir
saat önce tıraş olup
giyinirken, yanına
gelen Cahit Tanyol'a
"İyi geldin Tanyol,
Orhan'ın cenazesine
gidelim" derken de
gidip gitmeme
konusunda
kararsızdır. Bakın
hangi nedenlerden
dolayı cenazeye
gitmesinin doğru
olmayacağını
düşünüyor: "Tanyol,
bu cenazeye gitmemiz
doğru olur mu? Bu
gençlerin şiir
anlayışı bizimkine
muhalif. Hatta onun
da önemi yok, fakat
bunlar çıkardıkları
Yaprak adlı bir
gazetede birçok
defalar aleyhimde
bulundular. Şimdi
benim bu cenazeye
gitmemi istismar
ederler, sömürürler
ve bundan bir nevi
sığınma manası
çıkarabilirler.
Belki de gazeteler
Yahya Kemal de
cenazede vardı, diye
yazarlar. Ve bu
onların şiir
anlayışı için reklam
olabilir. Şiiri
bizim anladığımız
gibi düşünenlerin
yolunu
şaşırtabiliriz. Oysa
biliyorsun, ben
bunların şiirlerine
inanamıyorum. Şiir
ne nükte ne de zihin
oyunudur. Şiirin
tabiatı realitedir.
Şiir mücerret soyut
kavramlardan kaçar.
Descartes, Kant,
Hegel zihni
spekülasyonda hiçbir
şairin
yetişemeyeceği
mertebeye
ulaşmışlardır."
Bu yazıdaki son
sözümü Yahya Kemal
gibi düello
sevenlere söylemeyi
istiyordum;
"unutmayın ki
çektiğiniz kılıç
size kılıç olarak
geri döner" diye
ama, Bedri Rahmi
Eyuboğlu'nun
İstanbul Destanı ile
bitirmemek olmaz:
İstanbul deyince
aklıma
Yahya Kemal gelirdi
bir eyyam
Şimdi Orhan Veli
gelir.
Deminden beri
dilimin ucundasın
Orhan Veli
Deminden beri senin
tadın senin tuzun
Senin şiirin senin
yüzün
Yaralı bir güvercin
misali
Başımın üstünde
dolanır durur
Gelir sessizce konar
bu şiirin bir yerine
Neresine mi arayan
bulur
Erbabı bilir.
Deli eder insanı bu
şehir deli
Kadehlerin çınlasın
Orhan Veli
|