"Ben edebiyatı
kendine dert edinmiş
bir adamım. Gece
gündüz edebiyat
düşünürüm. Sevdiğim
bir şiiri
tanıdıklarıma
okumadığım, yahut
bir edebiyat sorunu
üzerine tartışmaya
girişmediğim günler,
yaşadım saymam
kendimi. <<Bugün
Türkelinde en tam
edebiyat adamı
kimdir?>> diye
sorarlarsa, beni
gösterebilirsiniz."
18.7.1945 tarihli
Ulus gazetesindeki
bu yazıyı okuyunca
"Kim bu, kendini bu
kadar beğenen?" diye
düşünüp yazara bir
daha baktığınızda "Nurullah
Ataç" imzasıyla
karşılaşıyorsunuz.
Ne var ki kendisine
hak vermemek
imkansız. 1 Ocak
1938 günkü yazısını
okuyunca
görüyorsunuz ki O
hep şiiri düşünüyor:
"Yılbaşı... Hala
şağirleri
düşünüyorum. Hepimiz
hiç olmazsa yılın
böyle bir iki
gününü, onları
düşünmeğe hasretsek
belki şiğir
buhranından
bahsetmeğe olanak
kalmazdı. 1937 yılı
içinde Oktay
Rifat'ın, Melih
Cevdet'in, Orhan
Veli'nin şiğirlerini
okudunuz mu? Onlar
henüz kitap
çıkarmadı,
yazılarını Varlık
mecmuasında
görüyoruz. Biraz
Fransız
sürrealistlerinin
yazılarını, biraz da
Japon kai-kailerini
hatırlatan küçük
küçük parçalar...
Okuyanların çoğu
onlarla alay ediyor,
manasız buluyor,
belki şaka için
yazıldığını
söylüyor. Ben,
gerçekten
söylüyorum, onlara
bayılıyorum.
Son senelerde
beğenerek, severek
okuduğum birçok
şiğirler oldu; hatta
Mustafa Seyid'in <<Sutüven>>i
beni hayran etti.
Fakat Nazım
Hikmet'ten beri hiç
bir şairin yazıları,
bana bu üç
gencinkiler gibi,
gerçekten büyük bir
yenilik karşısında
bulunduğum hissini
vermedi. Fazıl
Hüsnü'nünküler
bile... Halbuki o
da, hiç şüphesiz,
yarın en iyi Türk
şairlerinden biri
diye sayılacaktır.
Oktay Rifat'ın,
Orhan Veli'nin ve
Melih Cevdet'in
şiğirlerinin
anlaşılmamasına
şaşıyorum. O üç genç
kadar sade yazanı az
bulunur. Onlarda,
symbolistler gibi,
sözü istiareye boğup
vuzuhtan kaçmak
arzusu yok. Bilakis,
bir hissi, bir
ihtisası adeta
çırılçıplak tespit
etmek istiyorlar.
Fakat biz giyimli
olmağa o kadar
alışmışız ki bu
çıplaklığı
anlıyamıyoruz. Hele
gözlerimiz alışsın,
onların güzelliğini
o zaman göreceğiz.
Okuyun, o
şağirleri okuyun:
yarın herkese uyarak
anlıyacağınıza şimdi
kendiniz keşfedin."
Öğretmenlik
yapmak koşuluyla
askerlik yapmayan
Nurullah Ataç'ı
herkes bir açıdan
eleştirmiştir. O
yıllarda Garip şiiri
için okuyucularını
"bu hayasızlığın
suratına tükürmeye
davet edenler"
olduğu gibi
günümüzde de devam
eder bu saldırılar.
5 Eylül 1996 tarihli
Mum dergisinde "Uuuuy
Anan Sana Gurban
Olsun Nurullah!"
diyen Muzaffer
Dizman, bakın neler
yumurtluyor:
"Ataç, o
burnundan kıl
aldırmaz edasıyla
kimin şiiri hakkında
iki satır karalasa,
ertesi gün tüm yayın
organlarının
kapıları ona
kapanırdı. İşte, bu
yöntemlerle
yaratılan dikensiz
gül bahçesi
ortamında şiir,
akıldan, mantıktan,
toplumsallıktan
uzaklaşır. Ataç'ın
sırtına üfleyip
şişirdiği GARİP
balonları dolanır
havalarda... İşte
boğazları aynı iple
bağlı üç balonun adı
zaman içinde
'Birinci Yeni'ye
çıkar. Ataç ölüp de,
arkadan üfleyeni
kalmayınca bu balon
fooosss koyverir. O
da fooosss eder.
Onun peşinden de
gördüğünüz 'Soyut
Şiir Marketi'ni açar
burjuvazi. Her yeni,
bir önceki eskiyi
aratır olur. İşte,
işportadan pazar
yerine, oradan da
markete uzanan bu
keçi yolunun kısa
öyküsü. İşte Birinci
Yeni'nin dibi
astarı. İşte
burjuvazi, bu çürük
yumurtalarıyla yola
çıkarak, kendine
göre sanat tarihi
anlayışı
oluşturuyor. Amacı
belli: Nazım'ı ve
tüm toplumcu
sanatçıları inkar
etmek."
Neresinden
tutarsanız tutun,
tutarsız olan bu
görüşlere gülerek
geçiyor, sadece
Orhan Veli'nin
Nurullah Ataç'tan
önce öldüğünü ve
ölümünün ardından
Ataç'ın şu satırları
yazdığını
hatırlatıyorum:
"Bunca yıldır
yazarım, bana: <<en
çok ne ile
övünürsün?>> diye
sorsalar: 'Orhan
Veli gibi iki üç
şairi kimsenin
beğenmediği
sıralarda anlayıp
beğenmiş olmamla
övünürüm' derim."
Serbest nazımla
yazanlar için,
'vezinli, kafiyeli,
söz söyleyemiyorlar
da ondan...'
düşüncesinde
olanlarla; 'ne
yapsınlar? Aruzu
beceremezler ki!...
Aruz öyle herkesin
harcı değildir.'
diyenlere yanıt
verir Ataç:
"Hakikat bunun
aksidir demeyeceğim;
çünkü bazı
şairlerin, bir takım
kaidelere itaat
edemedikleri için
serbest nazımla
yazdıklarını
biliyorum. Fakat
onların serbest
nazmı hiç bir şeye
benzemiyor. Serbest
nazımla yazan hakiki
şair, kendine
kurduğu, fakat belki
söylemeğe lüzum
görmediği bir takım
kaidelere itaat
eder. Zaten bugün
serbest nazımla iyi
şiir söyliyenlerin
hepsi, ya aruzun,
yahut hecenin
discipline'ininden
geçmiş olanlardır.
Mesela Orhan Veli,
şimdiki vezinsiz
şiirlerine
başlamadan evvel,
hece veznini en iyi
kullanan
şairlerimizdendi.
'Masal' isimli
manzumesine bakın:
Çocuk ruhum
kaygılardan azade,
Yüzlerde nur,
ekinlerde bereket...
At üstünde mor
kaküllü şehzade,
Unutmağa
başladığım
memleket...
Şakağımda annemin
sıcak dizi,
Kulağımda falcı
kadının sözü,
Göl başında
padişahın üç kızı,
Alaylarla Kafdağına hareket...
Hece veznini
böyle kullanmasını
bilen bir adamın
serbest nazımda
kolaylık aradığı
nasıl iddia
edilebilir?
Aruz ile
söylenmiş şiirlerin
ahengini hece ile
söylenilmişlerin,
hece ile söylenilmiş
şiirlerin ahengini
de serbest
nazımınkinden daha
kolay anlıyabilenler,
kendilerine kolay
gelenden başkasında
ahenk olmadığını
zannediyorlar.
Farz edelim ki
aruz heceden, hece
de serbest nazımdan
zordur... Ne olacak?
Bir şey zor olduğu
için mi güzeldir? O
halde dünyanın en
güzel eserleri,
sağdan da başlasanız
soldan da başlasanız
aynı manayı veren
mısralardır. halbuki
hiç bir büyük şair
böyle şeylere
tenezzül
etmemiştir."
İlk zamanlar
kimsenin beğenmediği
Süleyman Efendi için
de kalem sallar
Ataç. Hikmet Feridun
Es'in bir yazısını:
"Ölümüne ağlanan
bu Süleyman Efendi,
sakın Türk edebiyatı
olmasın?"
diye
bitirmesinin,
karikatürlere bile
konu olduğunu ve
şiirin sevilmesine
katkısının büyük
olduğunu söyleyen
Ataç, kendi
üslubuyla önündeki
kağıdı karalar:
"Doğrusu benim de
hoşuma gitti: bir
kere herkes gibi
güldüm; sonra o
nüktede Orhan
Veli'nin sözüne,
belki pek farkına
varılmadan
gösterilen bir
takdir, bir
hayranlık sezmeğe
başladım. Andre Gide
sanatkara: <<Sen
yalnız şeklin güzel
olmasına bak. Güzel
bir bina hiç
müşterisiz kalır mı?
Eserin mükemmelse
ona manayı, heyecanı
okuyanlar getirir>>
mealinde bir
nasihatte bulunur.
'Süleyman Efendi'nin
Türk edebiyatı
olması ihtimalini
düşünenler de Orhan
Veli'nin sözünde bir
düstur, bir formüle
kuvveti bulunduğunu
kabul ediyorlar. O,
mükemmel bir
şekildir; okuyanlar
ona mana, heyecan
getiriyor. Ben 'Kitabei
Sengi Mezar'da başka
bir mana, başka bir
heyecan buluyorum;
onu söyliyeceğim,
fakat evvela şiiri
bir kere daha
okuyalım:
Hiçbir şeyden
çekmedi dünyada
Nasırdan çektiği
kadar;
Hatta çirkin
yaratıldığından bile
O kadar müteessir
değildi;
Kundurası
vurmadığı zamanlarda
Anmazdı ama
Allah'ın adını
Günahkar da
sayılmazdı
Yazık oldu
Süleyman Efendi'ye.
Baki'nin Sultan
Süleyman
mersiyesinin en
güzel, bir düstur
olarak zikredilmeğe
en layık
mısralarından biri:
<<Berbad kıldı tahtı
Süleyman'ı rüzigar>>
mısrağıdır. Büyük
bir adamın öldüğünü
duyduğumuz zaman onu
tekrar edebiliriz.
Fakat taht sahibi
Süleymanlar, yani
büyük adamlar
yanında bir takım da
Süleyman Efendi'ler
vardır: Hiç bir
ihtirası olmıyan,
nasırlarından başka
hiç bir şeyin
ızdırabını duymayan,
çirkinliklerine bile
üzülmeyen, öyle
mistik falan da
olmadıkları için
Allah'ın adını da
pek anmıyan
insanlar. <<Yazık
oldu Süleyman
Efendi'ye>>
bunlardan birinin
ölümünü haber
aldığımız zaman
söyliyeceğimiz
sözdür. Dikkat edin,
bundan sonra öyle
bir haber aldığınız
zaman siz de
söylersiniz. Nasıl
Baki, büyük
adamların ölümü
karşısında
duyduğumuz teessürün
mükemmel ifadesini,
şeklini bulmuşsa
Orhan Veli de, öteki
cinsten adamların
ölümü karşısında
duyduğumuz teessürün
mükemmel ifadesini
bulmuştur. Bunun
için <<Yazık oldu
Süleyman Efendi'ye>>
öyle manasız,
lüzumsuz, iş olsun
diye söylenilmiş bir
söz değildir,
ihtiyacını
duyduğumuz bir
formule'dür.
Orhan Veli o
şiirini yazarken
bunları düşünmüş
müdür? Baki'nin
mısrağını hatırlayıp
da ona bir pendant
vücuda getirmek
istemiş midir?
Bilmem; belki
Süleyman ismini
tamamiyle tesadüfi
olarak veya büsbütün
başka sebeplerle
intihap etmiştir.
Orasının hiç bir
ehemmiyeti yok: asıl
ehemmiyetli olan
cihet bizim bir
şekli heyecanımızı
taşımağa elverişli
bulabilmemizdir.
Zamanımız
şairlerinden
birinin, kendinden
dört asır evvel
yaşamış bir şaire,
farkına varmadan
cevap vermesi de
ayrıca hoşa gidecek
bir şeydir: bununla
kendisinde ananenin
canlı ve yaratıcı
bir surette devam
ettiğini göstermiş
olur.
Bu bahsi
-bugünlük- kapamadan
şunu da ilave edeyim
ki Orhan Veli'nin
bütün şiirlerini,
bilhassa <<Kitabei
Sengi Mezar>>ı
tatsız manasız
bulanlar arasında
onu yavaş yavaş
beğenmeğe
başlayanlar da var.
Biri bana: <<Bu
parça beni günden
güne sarıyor>> diye
itiraf etti: hem
kendisi, hem de
Orhan Veli için
memnun oldum."
Elbette ki
kendisi için de
memnundur Nurullah
Ataç; Orhan Veli
gibi iki üç şairi
kimsenin beğenmediği
sıralarda anlayıp
beğenmiş olmakla
övünmesinin de
yeridir...
Orhan Veli de
Nurullah Ataç'ı
tanımakla övünürse
de bu yüzden sabahın
dördünde sıcak
yatağından bile
olur. Ankara'da bir
apartmanın bodrum
katında yaşarken,
bir gece kötü kötü
düşler görmeye
başlar. Evine
eşkıyaların
girdiğini, kendisini
öldürmeye
çalıştıklarını görür
ve ter içinde
uyanır. Uyanır ama,
gördüklerinin rüya
olmadığını anlar.
Kapısının dışından
korkunç gürültüler
duymaktadır. İnsan
mı, silah mı yoksa
ikisi mi olduğunu
anlayamadığı seslere
kulak kabartır.
İnsan sesi olduğuna
karar verdiği sırada
kaç kişi olduklarını
anlamaya çalışır.
Pek bir iki kişinin
çıkarabileceği bir
gürültüye benzetemez
sesleri. Gittikçe
yaklaşan gürültü,
kapısının
yumruklanmasıyla
durulmaz: "Hey
Namussuz! Aç
kapıyı!" sesleri
hapı yuttuğunu
düşündürtse de
tekmelerle açılan
kapı içeriye serin
bir rüzgar girmesine
de neden olur. O
sırada tepesinde bir
adam bağırmaya devam
eder: "Kalk ulan!"
"Kimsin sen?" diye
sorabilir ancak.
Gelen yanıt: "Nizamettin
Nazif"tir.
Birdenbire içi
rahatlar Orhan
Veli'nin ama, bütün
bu gürültünün bir
kişiden çıkmış
olmasına da
hayretler içinde
kalmıştır:
"Tanıdığıma memnun
oldum. Bu saatte
geldiğinize göre
herhalde mühim bir
işiniz olmalı."
"Evet, der. Nurullah
Ataç'a gideceğim.
Evini de yalnız sen
bilirmişsin. Beni
hemen oraya götür."
"İyi ama Nurullah
Ataç hasta." "İyi ya
işte, ben de hasta
ziyaretine gideceğim
zaten." Sabaha karşı
saat dörtte, sarhoş
bir adamın hasta
ziyaretine
gideceğine pek akıl
erdiremez ama,
kurtulamayacağını da
anlar ve kalkıp
giyinmeye başlar
Orhan Veli.
Varlık dergisini
eline alır almaz
onların şiirlerini
aradığını ve doymak
bilmeden okuduğunu
söyleyen Nurullah
Ataç; Orhan Veli
için yazdığı ilk
yazılardan birinde,
O'nun ve
arkadaşlarının;
Oktay Rifat'ın,
Melih Cevdet'in
şiirlerini okurken
kendisinde de şiir
yazmak hevesinin
uyandığını
söyleyerek ekler:
"Ben şiir
yazacağım da siz
benimle alay etmek
için yeni bir fırsat
ele geçireceksiniz
diye hemen
sevinmeyin. Yapmam
öyle şey, bilirim
ben boyumun
ölçüsünü. Ancak size
bu gençlerin insana
şiiri
sevdirdiklerini
dünyaya bir şair
gözü ile bakmağı
öğrettiklerini,
çevremizde umulmadık
güzellikler
sezdirdiklerini
söylemek istiyorum"
Tüm bunları laf
olsun diye söylemez
Ataç ve yıllar sonra
Orhan Veli'nin
ölümünün ardından
yazdığı bir yazıda
bu satırları
yineleyerek devamını
getirir:
"Bilmem ama bana
öyle geliyor ki biri
de yitirmemiş
tazeliğini. Robenson,
İnsanlar, Bayram,
Hicret... hepsi de
şiir yazmak hevesini
uyandırıyor gene
bende, hepsi de
Oktay Rifat'ın bir
şiirinde söylediği
gibi, benim için
gökyüzünü birdenbire
başlatıveriyor, bu
dünyayı
bağışlatıveriyor."
Ağaca bir taş
attım
Düşmedi taşım
Düşmedi taşım
Taşımı ağaç yedi
Taşımı isterim,
Taşımı isterim!
Tüm bunlara
karşılık Nurullah
Ataç'ın yanıldığı da
olur. 15 Eylül
1937'de Varlık'ta
yayımlanan Oktay
Rifat'la birlikte
yazdığı Ağaç şiiri
için şu yorumu yapar
Ataç:
"Giriştiği işi
başaramamış,
umutları boşa çıkmış
bir kişinin
perişanlığını
duyuyorum o şiirde,
o duygu bence çok
iyi anlatılmış."
Şairimiz ise
giriştiği işte pek
başarısız olmuş
sayılmaz; şiirin
hikayesi şudur: Bir
şiirini Necip Fazıl
Kısakürek'in
yönettiği Ağaç
dergisine göndermiş,
fakat şiir dergide
bir türlü çıkmamış,
bunun üzerine şiiri
geri istemiş,
istemesine rağmen de
geri alamamıştır.
Oktay Rifat'la
birlikte yazılan
Ağaç şiirinde atılan
taş yerini bulmuş ve
yıllar sonra Mehmet
Selim tarafından
yazılan bir şiirde
de bu
belgelenmiştir.
Ağaca taşlar
atılır
kimi düşer
kimi takılır
düşmeyen taşlar
daha sonra ağacın
başını ağrıtır
Orhan Veli'nin
kendisini bu kadar
beğenen adamı
eleştirdiği de
olurdu. Örneğin
16.11.1945 tarihli
Ülkü gazetesindeki
Dil Bahsi adlı
yazısında; Nurullah
Ataç'ın Necip Fazıl
Kısakürek'in
çıkarttığı Büyük
Doğu mecmuasından
yaptığı alıntıyı
yeterli bulmamış ve
Ataç'ı gülerek
eleştirmiştir:
"Nurullah Ataç
galiba iyi
seçememiş. Çünkü
köprü ve kılavuz
neslinden olan Necip
Fazıl Kısakürek'in
daha dehşet
cümleleri vardır."
Buna karşılık
Nurullah Ataç'ın da
Orhan Veli'den
sevmediği şiirler
vardır. Bunu da
birçok şairin
hayranları
tarafından bile
yanlış
anlaşılabileceğini
düşündüğünü
söyleyerek, Orhan
Veli şiiri hakkında
laf söyleyenlerin de
yanıldığını üstüne
bastırarak şunları
söyler. İşte 2
Aralık 1950'de Ulus
gazetesinde yazdığı
yazıdan bir bölüm:
"Bakıyorum da
onun asıl güzel,
asıl iyi şiirlerini
ananlar olmuyor.
Tahattur, Söz,
İllusion (yanılsama,
gözbağcılık), Sere
Serpe, Cımbızlı Şiir
kimsenin aklına
gelmiyor. Orhan
Veli'den şairane,
eski anlayış içinde
şairane, yani kendi
sanatına en uzak ne
varsa onu bulup
ortaya koyuyorlar.
Varsa İstanbul
Türküsü yoksa
İstanbul Türküsü.
Bir gün Nazım
Hikmet'e <<sence en
kötü şiirin
hangisidir?>> diye
sormuştum. <<Salkım
Söğüt>> dedi. Öyle
diyeceğini de
biliyordum. Orhan
Veli <<İstanbul
Türküsü>> şiirini
yazdığı zaman
kendisiyle çoktandır
dargındım, ama bana
öyle geliyor ki
kendisi de
beğenmezdi o şiiri,
kendi sanatının
dışında olduğunu
bilirdi."
Buradan çıkan bir
önemli not da;
Orhan'la Ataç'ın son
zamanlarda dargın
olduklarıdır. Kendi
kendilerine ve
birbirlerine devamlı
takılan, şakalar
yapan bu ikilinin
arasının bozulmasına
neden olan da yine
bir şakadır. Gelin
bunun hikayesini de
Mehmed Kemal'in
anılarından
okuyalım, Acılı
Kuşak dediği,
dönemin basın ve
edebiyat anılarında,
Tirink Galata
başlıklı Nurullah
Ataç'ı anlattığı
bölümden
alıntılarla:
"Orhan Veli'yi
tanıtan oydu.
Orhan'la epey süren
bir dostluktan sonra
darıldılar.
Dargınlıkları kanlı
bıçaklıydı. Hiç bir
vakit
karşılaşamıyorlardı.
İkisini de sevenler
için bu çok zor bir
durumdu. Orhan bir
yere çağrılacaksa
Ataç gelmiyor; Ataç
gelecekse Orhan
bulunmuyordu. İçki
içilen yerler bile
buna göre
ayarlanmıştı. Bu
sırada meyhane
değiştirmelerin bir
nedeni de buydu.
İkisi birbirinin
ardından,
birbirlerini
çekiştirirlerdi.
Ataç'a göre artık
Orhan Veli yoktu,
bir ad takmıştı.
Şakuli Solucan...
Onunla anardı
Orhan'ı. Orhan'ın
yüzü ergenlik
dediğimiz sivilce
yerleri ile doluydu.
Boyu uzundu, hafif
kamburu vardı.
Bundan kinaye şakuli
solucan demişti
belki de.
Birine
tutulduydu. Ben
hikayesini duydum.
Kafayı çektiği
geceler, sevdiğinin
kapısına gider,
eşiğini öpermiş. Bu
evin, sevgilisinin
evi olduğunu, O'na
Orhan söylemiş.
Fakat günün birinde
öğrenmiş ki, bu ev
sevgilisinin evi
değil. Alaya
alındığı için çok
kızmış. Orhan'a
küskünlüğünün bir
nedeni de buydu."
İlerleyen
yaşlarında askere
alındığında; hafif
kambur ve soluna
yalpalayarak
yürüdüğü için kendi
kendisine
Asker oldum
süvari
Giderim
yengeçvari
beyitleriyle
takılan Ataç,
"Orhan'ın
şiirlerinden daha
güzel" diyerek
Orhan'a da
takılmadan edemez.
Ölümüne kadar dargın
kaldığı Orhan'ın
kendisine
yakıştırdığı üç
mısralık tekerlemeyi
de duyar elbet ve
bunu da kendi
kendine okur sık
sık. Belki de
Orhan'a duyduğu
özlemi böyle
gidermek ister:
Nurullah Ata
Tirink Galata
Soğan salata.