* iletişim..>>

 

* neden ORHAN VELİ?>>

* neden ŞİİR EVİ?>>

* etkinlikler>>

* ulaşım>>

* ORHAN VELİ sergisi>> * şiir yaprağı sonuçları>>

* düzenSİZ YAPRAK>>

* bağlantılar..>>

KANIK'sadığım biri

ORHAN VELİ

Yazan: M. Şeref Özsoy

JUST FOR THE HELL OF IT

111 Poems by ORHAN VELİ

Translated by

Talat Sait Halman

ORHAN VELİ KANIK

Fremdarting

übersetzt von

Yüksel Pazarkaya

ORHAN VELİ'nin

çevirdiği şiirler

Haz: TUNÇER BAYKAŞ

1. BÖLÜM: KANIK'sadığım biri

1 - ON SÖZ

2 - KANIK'sadığım biri

3 - İlk Çağ Ozanı

4 - Bir Komik Adam

5 - Patates'in Orhan Veli'si

6 - Her Bahar Biraz Daha Aşık

7 - Nahit Hanım

8 - Eski İstanbul Kişisi

9 - Orhan Amca'mız

10 - Garip'in Saraybosna

                           Temsilcisi

11 - İstanbul'u Katlanılır

                         Kılan Şair

12 - Orhan Veli'nin Katili

13 - Sun ay'A kın

14 - Edebiyatı Kendine

                Dert Edinen Adam

15 - Orhan Veli'nin

                   Peşindeki Polis

16 - Tarihin

       Beğenerek Andığı İnsan

17 - Üç Beş Sekiz Yetmez

18 - Şairlerin Düellosu

19 - Salah Birsel'in Garip Yanı

20 - Kapımıza Dayanan

                              Kamyon

21 - Küçücük Hatalar

22 - Nasıl Ölmek İstersiniz

23 - Aaaa! Deniz

24 - Şey

25 - Tartuffe

26 - Şimdiki Gençler Dayaklık

27 - Burunsuz Galip ile

                     Montör Sabri

28 - Önemli Olan Boyu Değil

29 - Bir İş Var Bu Kazalarda

30 - Dergi Kapattıran Şiir

31 - Sarı Kedi Mırnav Pist

32 - Bir Şair Bir Çocuk

33 - Şair Şah Çekerse

34 - Devrimin Şiirsel Tanımı

35 - Şarkılardan Fal Tutalım

                   Şiirlerle Şairlere

36 - Veli'mizin Hatırına

37 - Şairlerin Vasiyetleri

38 - Diz Çökerten

                     Acaip Mısralar

39 - Vatan Hainiyim

            Vatan Hainisin

                      Vatan Haini

40 - D'li Reşid Halid

41 - Orhan Veli Yürüyüşleri

42 - Bestelenmiş Orhan Veli

                               Şiirleri

43 - Heykel

44 - Kimin Yolu?

45 - Büyülü Bölgenin Tabelası

46 - Yaş Otuz Altı Yolun Sonu

2. BÖLÜM: YAPRAK DÖKÜMÜ

47 - Yaprak Dökümü

48 - düzenSİZ YAPRAK

49 - Zavallı Mehmet Selim

3. BÖLÜM: GAYYA KUYUSU

50 - Gayya Kuyusu

SON SÖZ

51 - Orhan Veli'den

            Beklediğim Mektup

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

EDEBİYATI KENDİNE DERT EDİNEN ADAM

 

"Ben edebiyatı kendine dert edinmiş bir adamım. Gece gündüz edebiyat düşünürüm. Sevdiğim bir şiiri tanıdıklarıma okumadığım, yahut bir edebiyat sorunu üzerine tartışmaya girişmediğim günler, yaşadım saymam kendimi. <<Bugün Türkelinde en tam edebiyat adamı kimdir?>> diye sorarlarsa, beni gösterebilirsiniz."

 

18.7.1945 tarihli Ulus gazetesindeki bu yazıyı okuyunca "Kim bu, kendini bu kadar beğenen?" diye düşünüp yazara bir daha baktığınızda "Nurullah Ataç" imzasıyla karşılaşıyorsunuz. Ne var ki kendisine hak vermemek imkansız. 1 Ocak 1938 günkü yazısını okuyunca görüyorsunuz ki O hep şiiri düşünüyor:

 

"Yılbaşı... Hala şağirleri düşünüyorum. Hepimiz hiç olmazsa yılın böyle bir iki gününü, onları düşünmeğe hasretsek belki şiğir buhranından bahsetmeğe olanak kalmazdı. 1937 yılı içinde Oktay Rifat'ın, Melih Cevdet'in, Orhan Veli'nin şiğirlerini okudunuz mu? Onlar henüz kitap çıkarmadı, yazılarını Varlık mecmuasında görüyoruz. Biraz Fransız sürrealistlerinin yazılarını, biraz da Japon kai-kailerini hatırlatan küçük küçük parçalar... Okuyanların çoğu onlarla alay ediyor, manasız buluyor, belki şaka için yazıldığını söylüyor. Ben, gerçekten söylüyorum, onlara bayılıyorum.

 

Son senelerde beğenerek, severek okuduğum birçok şiğirler oldu; hatta Mustafa Seyid'in <<Sutüven>>i beni hayran etti. Fakat Nazım Hikmet'ten beri hiç bir şairin yazıları, bana bu üç gencinkiler gibi, gerçekten büyük bir yenilik karşısında bulunduğum hissini vermedi. Fazıl Hüsnü'nünküler bile... Halbuki o da, hiç şüphesiz, yarın en iyi Türk şairlerinden biri diye sayılacaktır.

 

Oktay Rifat'ın, Orhan Veli'nin ve Melih Cevdet'in şiğirlerinin anlaşılmamasına şaşıyorum. O üç genç kadar sade yazanı az bulunur. Onlarda, symbolistler gibi, sözü istiareye boğup vuzuhtan kaçmak arzusu yok. Bilakis, bir hissi, bir ihtisası adeta çırılçıplak tespit etmek istiyorlar. Fakat biz giyimli olmağa o kadar alışmışız ki bu çıplaklığı anlıyamıyoruz. Hele gözlerimiz alışsın, onların güzelliğini o zaman göreceğiz.

 

Okuyun, o şağirleri okuyun: yarın herkese uyarak anlıyacağınıza şimdi kendiniz keşfedin."

 

Öğretmenlik yapmak koşuluyla askerlik yapmayan Nurullah Ataç'ı herkes bir açıdan eleştirmiştir. O yıllarda Garip şiiri için okuyucularını "bu hayasızlığın suratına tükürmeye davet edenler" olduğu gibi günümüzde de devam eder bu saldırılar. 5 Eylül 1996 tarihli Mum dergisinde "Uuuuy Anan Sana Gurban Olsun Nurullah!" diyen Muzaffer Dizman, bakın neler yumurtluyor:

 

"Ataç, o burnundan kıl aldırmaz edasıyla kimin şiiri hakkında iki satır karalasa, ertesi gün tüm yayın organlarının kapıları ona kapanırdı. İşte, bu yöntemlerle yaratılan dikensiz gül bahçesi ortamında şiir, akıldan, mantıktan, toplumsallıktan uzaklaşır. Ataç'ın sırtına üfleyip şişirdiği GARİP balonları dolanır havalarda... İşte boğazları aynı iple bağlı üç balonun adı zaman içinde 'Birinci Yeni'ye çıkar. Ataç ölüp de, arkadan üfleyeni kalmayınca bu balon fooosss koyverir. O da fooosss eder. Onun peşinden de gördüğünüz 'Soyut Şiir Marketi'ni açar burjuvazi. Her yeni, bir önceki eskiyi aratır olur. İşte, işportadan pazar yerine, oradan da markete uzanan bu keçi yolunun kısa öyküsü. İşte Birinci Yeni'nin dibi astarı. İşte burjuvazi, bu çürük yumurtalarıyla yola çıkarak, kendine göre sanat tarihi anlayışı oluşturuyor. Amacı belli: Nazım'ı ve tüm toplumcu sanatçıları inkar etmek."

 

Neresinden tutarsanız tutun, tutarsız olan bu görüşlere gülerek geçiyor, sadece Orhan Veli'nin Nurullah Ataç'tan önce öldüğünü ve ölümünün ardından Ataç'ın şu satırları yazdığını hatırlatıyorum:

 

"Bunca yıldır yazarım, bana: <<en çok ne ile övünürsün?>> diye sorsalar: 'Orhan Veli gibi iki üç şairi kimsenin beğenmediği sıralarda anlayıp beğenmiş olmamla övünürüm' derim."

 

Serbest nazımla yazanlar için, 'vezinli, kafiyeli, söz söyleyemiyorlar da ondan...' düşüncesinde olanlarla; 'ne yapsınlar? Aruzu beceremezler ki!... Aruz öyle herkesin harcı değildir.' diyenlere yanıt verir Ataç:

 

"Hakikat bunun aksidir demeyeceğim; çünkü bazı şairlerin, bir takım kaidelere itaat edemedikleri için serbest nazımla yazdıklarını biliyorum. Fakat onların serbest nazmı hiç bir şeye benzemiyor. Serbest nazımla yazan hakiki şair, kendine kurduğu, fakat belki söylemeğe lüzum görmediği bir takım kaidelere itaat eder. Zaten bugün serbest nazımla iyi şiir söyliyenlerin hepsi, ya aruzun, yahut hecenin discipline'ininden geçmiş olanlardır. Mesela Orhan Veli, şimdiki vezinsiz şiirlerine başlamadan evvel, hece veznini en iyi kullanan şairlerimizdendi. 'Masal' isimli manzumesine bakın:

 

Çocuk ruhum kaygılardan azade,

Yüzlerde nur, ekinlerde bereket...

At üstünde mor kaküllü şehzade,

Unutmağa başladığım memleket...

 

Şakağımda annemin sıcak dizi,

Kulağımda falcı kadının sözü,

Göl başında padişahın üç kızı,

Alaylarla Kafdağına hareket...

 

Hece veznini böyle kullanmasını bilen bir adamın serbest nazımda kolaylık aradığı nasıl iddia edilebilir?

 

Aruz ile söylenmiş şiirlerin ahengini hece ile söylenilmişlerin, hece ile söylenilmiş şiirlerin ahengini de serbest nazımınkinden daha kolay anlıyabilenler, kendilerine kolay gelenden başkasında ahenk olmadığını zannediyorlar.

 

Farz edelim ki aruz heceden, hece de serbest nazımdan zordur... Ne olacak? Bir şey zor olduğu için mi güzeldir? O halde dünyanın en güzel eserleri, sağdan da başlasanız soldan da başlasanız aynı manayı veren mısralardır. halbuki hiç bir büyük şair böyle şeylere tenezzül etmemiştir."

 

İlk zamanlar kimsenin beğenmediği Süleyman Efendi için de kalem sallar Ataç. Hikmet Feridun Es'in bir yazısını:

 

"Ölümüne ağlanan bu Süleyman Efendi, sakın Türk edebiyatı olmasın?"

 

diye bitirmesinin, karikatürlere bile konu olduğunu ve şiirin sevilmesine katkısının büyük olduğunu söyleyen Ataç, kendi üslubuyla önündeki kağıdı karalar:

 

"Doğrusu benim de hoşuma gitti: bir kere herkes gibi güldüm; sonra o nüktede Orhan Veli'nin sözüne, belki pek farkına varılmadan gösterilen bir takdir, bir hayranlık sezmeğe başladım. Andre Gide sanatkara: <<Sen yalnız şeklin güzel olmasına bak. Güzel bir bina hiç müşterisiz kalır mı? Eserin mükemmelse ona manayı, heyecanı okuyanlar getirir>> mealinde bir nasihatte bulunur. 'Süleyman Efendi'nin Türk edebiyatı olması ihtimalini düşünenler de Orhan Veli'nin sözünde bir düstur, bir formüle kuvveti bulunduğunu kabul ediyorlar. O, mükemmel bir şekildir; okuyanlar ona mana, heyecan getiriyor. Ben 'Kitabei Sengi Mezar'da başka bir mana, başka bir heyecan buluyorum; onu söyliyeceğim, fakat evvela şiiri bir kere daha okuyalım:

 

Hiçbir şeyden çekmedi dünyada

Nasırdan çektiği kadar;

Hatta çirkin yaratıldığından bile

O kadar müteessir değildi;

Kundurası vurmadığı zamanlarda

Anmazdı ama Allah'ın adını

Günahkar da sayılmazdı

Yazık oldu Süleyman Efendi'ye.

 

Baki'nin Sultan Süleyman mersiyesinin en güzel, bir düstur olarak zikredilmeğe en layık mısralarından biri: <<Berbad kıldı tahtı Süleyman'ı rüzigar>> mısrağıdır. Büyük bir adamın öldüğünü duyduğumuz zaman onu tekrar edebiliriz. Fakat taht sahibi Süleymanlar, yani büyük adamlar yanında bir takım da Süleyman Efendi'ler vardır: Hiç bir ihtirası olmıyan, nasırlarından başka hiç bir şeyin ızdırabını duymayan, çirkinliklerine bile üzülmeyen, öyle mistik falan da olmadıkları için Allah'ın adını da pek anmıyan insanlar. <<Yazık oldu Süleyman Efendi'ye>> bunlardan birinin ölümünü haber aldığımız zaman söyliyeceğimiz sözdür. Dikkat edin, bundan sonra öyle bir haber aldığınız zaman siz de söylersiniz. Nasıl Baki, büyük adamların ölümü karşısında duyduğumuz teessürün mükemmel ifadesini, şeklini bulmuşsa Orhan Veli de, öteki cinsten adamların ölümü karşısında duyduğumuz teessürün mükemmel ifadesini bulmuştur. Bunun için <<Yazık oldu Süleyman Efendi'ye>> öyle manasız, lüzumsuz, iş olsun diye söylenilmiş bir söz değildir, ihtiyacını duyduğumuz bir formule'dür.

 

Orhan Veli o şiirini yazarken bunları düşünmüş müdür? Baki'nin mısrağını hatırlayıp da ona bir pendant vücuda getirmek istemiş midir? Bilmem; belki Süleyman ismini tamamiyle tesadüfi olarak veya büsbütün başka sebeplerle intihap etmiştir. Orasının hiç bir ehemmiyeti yok: asıl ehemmiyetli olan cihet bizim bir şekli heyecanımızı taşımağa elverişli bulabilmemizdir. Zamanımız şairlerinden birinin, kendinden dört asır evvel yaşamış bir şaire, farkına varmadan cevap vermesi de ayrıca hoşa gidecek bir şeydir: bununla kendisinde ananenin canlı ve yaratıcı bir surette devam ettiğini göstermiş olur.

 

Bu bahsi -bugünlük- kapamadan şunu da ilave edeyim ki Orhan Veli'nin bütün şiirlerini, bilhassa <<Kitabei Sengi Mezar>>ı tatsız manasız bulanlar arasında onu yavaş yavaş beğenmeğe başlayanlar da var. Biri bana: <<Bu parça beni günden güne sarıyor>> diye itiraf etti: hem kendisi, hem de Orhan Veli için memnun oldum."

 

Elbette ki kendisi için de memnundur Nurullah Ataç; Orhan Veli gibi iki üç şairi kimsenin beğenmediği sıralarda anlayıp beğenmiş olmakla övünmesinin de yeridir...

 

Orhan Veli de Nurullah Ataç'ı tanımakla övünürse de bu yüzden sabahın dördünde sıcak yatağından bile olur. Ankara'da bir apartmanın bodrum katında yaşarken, bir gece kötü kötü düşler görmeye başlar. Evine eşkıyaların girdiğini, kendisini öldürmeye çalıştıklarını görür ve ter içinde uyanır. Uyanır ama, gördüklerinin rüya olmadığını anlar. Kapısının dışından korkunç gürültüler duymaktadır. İnsan mı, silah mı yoksa ikisi mi olduğunu anlayamadığı seslere kulak kabartır. İnsan sesi olduğuna karar verdiği sırada kaç kişi olduklarını anlamaya çalışır. Pek bir iki kişinin çıkarabileceği bir gürültüye benzetemez sesleri. Gittikçe yaklaşan gürültü, kapısının yumruklanmasıyla durulmaz: "Hey Namussuz! Aç kapıyı!" sesleri hapı yuttuğunu düşündürtse de tekmelerle açılan kapı içeriye serin bir rüzgar girmesine de neden olur. O sırada tepesinde bir adam bağırmaya devam eder: "Kalk ulan!" "Kimsin sen?" diye sorabilir ancak. Gelen yanıt: "Nizamettin Nazif"tir. Birdenbire içi rahatlar Orhan Veli'nin ama, bütün bu gürültünün bir kişiden çıkmış olmasına da hayretler içinde kalmıştır: "Tanıdığıma memnun oldum. Bu saatte geldiğinize göre herhalde mühim bir işiniz olmalı." "Evet, der. Nurullah Ataç'a gideceğim. Evini de yalnız sen bilirmişsin. Beni hemen oraya götür." "İyi ama Nurullah Ataç hasta." "İyi ya işte, ben de hasta ziyaretine gideceğim zaten." Sabaha karşı saat dörtte, sarhoş bir adamın hasta ziyaretine gideceğine pek akıl erdiremez ama, kurtulamayacağını da anlar ve kalkıp giyinmeye başlar Orhan Veli.

 

Varlık dergisini eline alır almaz onların şiirlerini aradığını ve doymak bilmeden okuduğunu söyleyen Nurullah Ataç; Orhan Veli için yazdığı ilk yazılardan birinde, O'nun ve arkadaşlarının; Oktay Rifat'ın, Melih Cevdet'in şiirlerini okurken kendisinde de şiir yazmak hevesinin uyandığını söyleyerek ekler:

 

"Ben şiir yazacağım da siz benimle alay etmek için yeni bir fırsat ele geçireceksiniz diye hemen sevinmeyin. Yapmam öyle şey, bilirim ben boyumun ölçüsünü. Ancak size bu gençlerin insana şiiri sevdirdiklerini dünyaya bir şair gözü ile bakmağı öğrettiklerini, çevremizde umulmadık güzellikler sezdirdiklerini söylemek istiyorum"

 

Tüm bunları laf olsun diye söylemez Ataç ve yıllar sonra Orhan Veli'nin ölümünün ardından yazdığı bir yazıda bu satırları yineleyerek devamını getirir:

 

"Bilmem ama bana öyle geliyor ki biri de yitirmemiş tazeliğini. Robenson, İnsanlar, Bayram, Hicret... hepsi de şiir yazmak hevesini uyandırıyor gene bende, hepsi de Oktay Rifat'ın bir şiirinde söylediği gibi, benim için gökyüzünü birdenbire başlatıveriyor, bu dünyayı bağışlatıveriyor."

 

Ağaca bir taş attım

Düşmedi taşım

Düşmedi taşım

Taşımı ağaç yedi

Taşımı isterim,

Taşımı isterim!

 

Tüm bunlara karşılık Nurullah Ataç'ın yanıldığı da olur. 15 Eylül 1937'de Varlık'ta yayımlanan Oktay Rifat'la birlikte yazdığı Ağaç şiiri için şu yorumu yapar Ataç:

 

"Giriştiği işi başaramamış, umutları boşa çıkmış bir kişinin perişanlığını duyuyorum o şiirde, o duygu bence çok iyi anlatılmış."

 

Şairimiz ise giriştiği işte pek başarısız olmuş sayılmaz; şiirin hikayesi şudur: Bir şiirini Necip Fazıl Kısakürek'in yönettiği Ağaç dergisine göndermiş, fakat şiir dergide bir türlü çıkmamış, bunun üzerine şiiri geri istemiş, istemesine rağmen de geri alamamıştır. Oktay Rifat'la birlikte yazılan Ağaç şiirinde atılan taş yerini bulmuş ve yıllar sonra Mehmet Selim tarafından yazılan bir şiirde de bu belgelenmiştir.

 

Ağaca taşlar atılır

kimi düşer

kimi takılır

düşmeyen taşlar

daha sonra ağacın başını ağrıtır

 

Orhan Veli'nin kendisini bu kadar beğenen adamı eleştirdiği de olurdu. Örneğin 16.11.1945 tarihli Ülkü gazetesindeki Dil Bahsi adlı yazısında; Nurullah Ataç'ın Necip Fazıl Kısakürek'in çıkarttığı Büyük Doğu mecmuasından yaptığı alıntıyı yeterli bulmamış ve Ataç'ı gülerek eleştirmiştir:

 

"Nurullah Ataç galiba iyi seçememiş. Çünkü köprü ve kılavuz neslinden olan Necip Fazıl Kısakürek'in daha dehşet cümleleri vardır."

 

Buna karşılık Nurullah Ataç'ın da Orhan Veli'den sevmediği şiirler vardır. Bunu da birçok şairin hayranları tarafından bile yanlış anlaşılabileceğini düşündüğünü söyleyerek, Orhan Veli şiiri hakkında laf söyleyenlerin de yanıldığını üstüne bastırarak şunları söyler. İşte 2 Aralık 1950'de Ulus gazetesinde yazdığı yazıdan bir bölüm:

 

"Bakıyorum da onun asıl güzel, asıl iyi şiirlerini ananlar olmuyor. Tahattur, Söz, İllusion (yanılsama, gözbağcılık), Sere Serpe, Cımbızlı Şiir kimsenin aklına gelmiyor. Orhan Veli'den şairane, eski anlayış içinde şairane, yani kendi sanatına en uzak ne varsa onu bulup ortaya koyuyorlar. Varsa İstanbul Türküsü yoksa İstanbul Türküsü.

 

Bir gün Nazım Hikmet'e <<sence en kötü şiirin hangisidir?>> diye sormuştum. <<Salkım Söğüt>> dedi. Öyle diyeceğini de biliyordum. Orhan Veli <<İstanbul Türküsü>> şiirini yazdığı zaman kendisiyle çoktandır dargındım, ama bana öyle geliyor ki kendisi de beğenmezdi o şiiri, kendi sanatının dışında olduğunu bilirdi."

 

Buradan çıkan bir önemli not da; Orhan'la Ataç'ın son zamanlarda dargın olduklarıdır. Kendi kendilerine ve birbirlerine devamlı takılan, şakalar yapan bu ikilinin arasının bozulmasına neden olan da yine bir şakadır. Gelin bunun hikayesini de Mehmed Kemal'in anılarından okuyalım, Acılı Kuşak dediği, dönemin basın ve edebiyat anılarında, Tirink Galata başlıklı Nurullah Ataç'ı anlattığı bölümden alıntılarla:

 

"Orhan Veli'yi tanıtan oydu. Orhan'la epey süren bir dostluktan sonra darıldılar. Dargınlıkları kanlı bıçaklıydı. Hiç bir vakit karşılaşamıyorlardı. İkisini de sevenler için bu çok zor bir durumdu. Orhan bir yere çağrılacaksa Ataç gelmiyor; Ataç gelecekse Orhan bulunmuyordu. İçki içilen yerler bile buna göre ayarlanmıştı. Bu sırada meyhane değiştirmelerin bir nedeni de buydu.

 

İkisi birbirinin ardından, birbirlerini çekiştirirlerdi. Ataç'a göre artık Orhan Veli yoktu, bir ad takmıştı. Şakuli Solucan... Onunla anardı Orhan'ı. Orhan'ın yüzü ergenlik dediğimiz sivilce yerleri ile doluydu. Boyu uzundu, hafif kamburu vardı. Bundan kinaye şakuli solucan demişti belki de.

 

Birine tutulduydu. Ben hikayesini duydum. Kafayı çektiği geceler, sevdiğinin kapısına gider, eşiğini öpermiş. Bu evin, sevgilisinin evi olduğunu, O'na Orhan söylemiş. Fakat günün birinde öğrenmiş ki, bu ev sevgilisinin evi değil. Alaya alındığı için çok kızmış. Orhan'a küskünlüğünün bir nedeni de buydu."

 

İlerleyen yaşlarında askere alındığında; hafif kambur ve soluna yalpalayarak yürüdüğü için kendi kendisine

 

Asker oldum süvari

Giderim yengeçvari

 

beyitleriyle takılan Ataç, "Orhan'ın şiirlerinden daha güzel" diyerek Orhan'a da takılmadan edemez. Ölümüne kadar dargın kaldığı Orhan'ın kendisine yakıştırdığı üç mısralık tekerlemeyi de duyar elbet ve bunu da kendi kendine okur sık sık. Belki de Orhan'a duyduğu özlemi böyle gidermek ister:

 

Nurullah Ata

Tirink Galata

Soğan salata.


ANA SAYFA