"Orhan Veli'nin
kız kardeşiyim ben
ve hayatımın en
önemli gurur
kaynağıdır bu benim
için" diyor ve Orhan
Veli'nin adını her
dile getirişinde,
gözleri avuç avuç
yaşarıyor.
Füruzan
Yolyapan'ı bulmak
hiç de kolay olmadı
çünkü; sağlık
sorunları nedeniyle
yılın büyük bir
bölümünü Cunda'da
geçiriyor. Halbuki
konuşma sırasında
tekrar tekrar
vurguluyor:
"İstanbul'u çok
severim. Hatta en
kalabalık, en
civcivli yerinde
yaşamayı isterdim.
Elimden gelse
Taksim'in göbeğinde
otururdum."
Taksim'i
aratmayacak kadar
kalabalık bir
semtte, Şişli'de
oturuyor Füruzan
Hanım ve her gün o
kalabalık caddeye
çıkıp yürüdüğünü,
bundan çok zevk
aldığını söylüyor.
Yağmurlu bir
günde, caddeye bakan
pencerenin önünde
otururken soruyorum:
"Hava biraz daha
güzel olsaydı,
nerelere gitmek
isterdiniz? Deniz
kenarı, örneğin
Beykoz?"
"Denizi elbette
çok severim. Hatta
Boğaz'da yaşadığımız
yıllarda ben altı
yaşlarındaydım o
zamanlar, annem beni
evin önündeki
iskeleye bağlı
kayığa bindirirdi ve
ben tek başıma o
kadar çok balık
tutardım ki
komşularımıza bile
dağıtılırdı o
balıklar. Ama şimdi;
yok istemiyorum...
Bu boğazı görmek
istemiyorum. Eski
Beykoz'u getirin,
deniz kenarına da
gideriz, kayığa da
bineriz..."
"Babanız Mehmet
Veli,
Cumhurbaşkanlığı
Bando Heyeti Şefliği
yapmış; iki
ağabeyinizden biri
şair diğeri mizah
yazarı idi. Buna
rağmen siz,
edebiyata ya da
sanata hiç
bulaşmadınız. Niye?"
"Orhan Veli, bana
<<önümüzdeki
yılların en geçerli
mesleği iktisat
olacaktır>> demişti.
Ben de O'nun
önerisine uyarak
iktisat eğitimi
aldım ve bankacı
oldum. 27 yıl aynı
bankada çalışıp
emekli oldum.
Bankanın pek çok
bölümünde çalıştım.
Yöneticilerim her
zaman resmi
yazışmalarda,
kendime özgü bir dil
kullandığımı
söylerlerdi ama, ben
hiç bir zaman yazar
olacak kadar yeterli
görmedim kendimi.
Hatta okurken bile
romanlardan çok
günlükleri tercih
ediyorum. Pek çok
gazeteyi, en ince
detayına kadar
okuyorum."
Füruzan Hanım
bunları anlatırken,
ne kadar
yanıldığımın farkına
varıyorum. Çünkü
oturduğumuz salon
öyle incelikle
döşenmiş ki...
Salonda ilk göze
çarpan şeyler; bir
köşedeki Orhan
Veli'nin büstü ve
yemek masasının
arkasında iki duvara
yapılmış olan resim.
Bu resmin hikayesini
şöyle anlatıyor:
"Bir gün Metin
Eloğlu'nun
misafiriydik.
Salonun duvarında
çok güzel bir resim
vardı. Ben << bir
gün benim evime de
böyle bir resim
yapar mısın?>> diye
sordum. Birkaç gün
sonra elinde boyalar
ve fırçalarla geldi.
Daha sonra da kimi
zaman akşamları
uğrayıp resmi
tamamladı ama, keşke
tuale yapsaydı.
Yıllardır bu resmi
korumaya
çalışıyorum. Ev
badana yapılacağı
zaman çok zor
oluyor." Ardından
salondaki herşeyin
hikayesini anlatmaya
başlıyor. Bir resmin
önüne gelince:
"Metin Eloğlu, bu
resmi Orhan Veli'nin
yaptığını
söylemişti. Orhan
resim yapardı, çok
güzel kara kalem
resim yapardı ama,
bu resim için hiç
bir zaman <<ben
yaptım>> dememiştir.
Orhan Veli'nin
elleri o kadar
becerikliydi ki
herşeyi çok iyi
yapabilirdi.
Örneğin, çok güzel
uçurtma yapardı.
Beykoz tepelerine
çıkardık O'nunla..."
Ben Füruzan
Yolyapan'ı tanımaya
çalışırken, O her
konuda lafı dönüp
dolaştırıp Orhan
Veli'ye getiriyordu.
İlk kez Orhan
Veli'yi konuşmayı
benim kadar çok
seven birini
bulmuştum. Sonunda
"Ben tam anlamıyla
bir eski İstanbul
hanımefendisi olarak
gördüğüm sizi
tanımak istiyorum"
dediğimde ise,
"böyle gördüğünüz
için teşekkür ederim
ama, ben bu
tanımlamadan hiç
hoşlanmıyorum. Onun
yerine Eski İstanbul
Kişisi diyelim.
İkincilikle, beni
tanıyıp ne
yapacaksınız? Ben
size Orhan Veli'yi
anlatayım yine..."
Ve bana konuşma
fırsatı bırakmadan,
büyük bir sevgiyle
anlatmaya başlıyor:
"Eskiden bir
çocuk doğduğu zaman,
aile içerisinden
biri çocuğun doğumu
üstüne bir tarih
kıtası söylerdi.
Üçümüz için de böyle
dörtlükler vardı.
Adnan ile ben
kaybetmişiz ama,
Orhan Veli'nin
kıtasını saklıyorum
ben. Hatta
Türkçesi'ni bir
kağıda yazıp,
vasiyetimin
içerisinde oğluma
bıraktım. Sizde de
bir belge olarak
dursun:
Bir Veli pak-ı
nihale lütfedip Rab-bı
Celil;
Verdi bir
mahdum-u mergub kim
misal-i afitab;
Nur-u Ahmed
pertevinden halk
olan Orhan'ın Hak;
Ömrün-Efzun
eylesin, hem kendin
ali cenap.
Orhan Veli bana
çok iyi bir
ağabeylik yaptı. Bir
baba gibi
etkilemişti beni,
aramızda çok büyük
yaş farkı olmamasına
rağmen. <<Ben
hayatta hiç bir
şeyden pişman
olmadım. Sen de
olma. Ama pişman
olmamak için de
pişman olacak iş
yapma>> demişti.
Ortaokulu Ankara Kız
Lisesi'nde
okuyordum. Bir gün
en iyi arkadaşımla
kavga ettim. Eve
geldim ve O'nunla
herşeyimizin
bittiğini söyledim.
Dışarıdaki
hayatımızı evde pek
anlatmazdık halbuki,
Orhan da ben de...
<<Bak şimdi, sana
bir şey
söyleyeceğim, dedi.
Bugünkü tartışmanız
olmasaydı sen bu
arkadaşınla bir daha
konuşmayacak
mıydın?>> <<Aaa,
dedim. Konuşacaktım
tabii>> <<O zaman,
bir günlük tartışma
için bir şey
değişmez. Bunu
olmamış sayarsın ve
arkadaşlığına devam
edersin>> Öyle
yaptım ben de.
Herhangi bir
hareketin bir şeye
son vermesi için
yetmeyeceğini ondan
öğrendim...
Orhan Veli'nin
ölümünden sonra bir
teyp kaseti bulduk.
Üzerinde üç tane
deliği bulunan bir
kaset. Adnan Veli bu
kasetin ancak Radyo
Evi'nde
çalınabileceğini
söyleyerek, kaseti
götürdü. Fakat kaset
kayboldu. Bir gün
radyo dinlerken,
Tarık Gürcan'ın
programında;
kasetten
bahsettiğini ve
O'nun sesinden
şiirler okunduğunu
duydum. Hemen
radyoya gidip bir
kopyasını istedim.
Orhan Veli bu
kasette hem
şiirlerini okuyor
hem de Karagöz
oynatıyordu.
Orhan Veli'nin
sigarasını da
içkisini de babam
bilirdi ama, Orhan
babamın yanında hiç
bir zaman içmezdi.
Örneğin; ölümünden
bir kaç gün önce,
Şişli'de oturduğumuz
evde, bir ara Orhan
Veli ortalıktan
kayboldu. O'nun
sigara içmek için
balkona çıkmış
olabileceğini tahmin
ettim. Gerçekten de
balkondaydı. <<Bu
soğuk havada niye
burada içiyorsun?
Nasıl olsa babam
biliyor. Gir içeriye
de rahat rahat iç>>
dedim. <<Şu üç
günlük dünyada, bir
sigara için babamı
kırmaya değer mi?
Hadi sen gir
içeriye, ben de
biraz sonra
geliyorum>> dedi.
Gerçekten üç günlük
dünya. Birkaç gün
sonra Orhan Veli
öldü..."
