"Orhan için son
bir Yaprak sayısı
çıkaralım diyorum,
ne dersin? Herhalde
bir yazı gönder. Şu
veya bu şekilde bir
şey bastıracağız.
Bir de Orhan'ın
bütün yazdıklarını
birkaç cilt halinde
bastıralım diyorum.
Bu hususlarda
düşündüklerini yaz.
Keder işten başka
şeyle unutulmaz.
Sonuna kadar bu
gayya kuyusuna bir
şeyler atacağız."
Sabahattin
Eyuboğlu'nun Mahmut
Dikerdem'e ölüm
haberini verdiği
mektubun devamında
gayya kuyusuna
atılan ilk taşları
görmek mümkün.
"gazeteler
patronlarına rağmen,
Orhan'ı nasıl hep
bir ağızdan tuttular
ve gazetelerden bu
teşviki görür görmez
herkes nasıl
sempatisini açığa
vuruverdi! Ve
kötüler nasıl (bir
an için olsun)
dezarme oldu. Bunlar
insanın ümidini
yaşatıyor, yoksa...
Bugünlerde çok zor
ümit etmek."
Gayya Kuyusu'na
atılanların bir
kısmını okudunuz
şimdiye kadar, bir
kısmını ise ben de
bulamadım ama, bu
kitaba girmeyi hak
ettiği halde,
yazıların
paragrafları
arasında kendilerine
yer açamayanlar ne
olacak? Kehanetim
gerçekleşmez de
Orhan Veli'nin 100.
doğum gününü
görürsem, o güne de
bir kitap hazırlarım
ve tüm haksızlık
yaptıklarımdan orada
özür dilerim ama,
şimdilik, kısa kısa
bu Gayya Kuyusu'nda
bulduklarımı sunayım
sizlere:
ABİDİN DİNO
(01.12.1981 -
Milliyet Sanat)
Kayseri dönüşü
Ankara'da uzun süre
yatalak kalmam,
Orhan'la ikide birde
görüşmeme engel
olmuyordu.
Yapı halinde
bulunan yeni Meclis
karşısında, caddenin
karşı yakasında,
iyice çukurda, bir
yönü sokağa, bir
yönü küçük dereye ve
bayıra bakan Mecdi
Bey Apartmanının
bodrum katında
oturuyorduk. Evden
öte bozkır
başlıyordu. Bizi
görmeye gelen
dostlar apartmanın
kaygan basamaklarını
inip, kapımızın
zilini çalıyorlardı
sık sık. Orhan Veli
ise pencereden
inmeyi yeğliyordu...
Neden olmasın, her
yiğidin bir yoğurt
yiyişi yok mu? Orhan
arka bayırı koşarak
iner, yarış atı gibi
dere hendeğini
atlar, pencere
kapalıysa upuzun
parmağını tık tık
cama vurarak Karagöz
seslenişiyle
geldiğini haber
verirdi. Cam
açılınca, upuzun
leylek bacağını
kolaylıkla içeri
sarkıtıp, kendini
odada bulurdu. Bu
kendine özgü eve
giriş yöntemi,
Orhan'ın terbiyeden
yana kusurlu
olabileceğini
düşündürmesin size.
Orhan kadar
terbiyeli kişi pek
az gelmiştir
yeryüzüne. Tam
zamanında gelmesini,
tam zamanında
gitmesini bilirdi,
tüy gibi hafif.
ORHAN VELİ GÜNÜ
(26 Kasım 1965 -
YÖN)
Orhan Veli'nin
ölüm yıldönümünde
Ankara'da Sanat
Sevenler Kulübünde
bir anma toplantısı
düzenlendi. Toplantı
öylesineydi ki,
Orhan Veli sağ olup
toplantıda bulunsa,
daha işin başında
sıkılır, çıkar
giderdi. Orhan
Veli'yle zaten pek
anlaşamadığını ima
yoluyla söyleyen
Munis Faik Ozansoy,
boş meydanlarda
kolunu sallayarak
dolaştıktan sonra
-sanki mecburmuş
gibi- konuşmasını
yaptı. "Bizim zaten
öyle sıkı
fıkılığımız yoktu"
mazeretini de
tazelikten sonra,
Orhan Veli'yi övdü,
yerine oturdu. Munis
Faik Ozansoy
konuşurken, Nurullah
Ataç'ın Türk
Dili'nde Ozansoy
için yazdıklarını
anımsayanlar,
gülümsemekten
kendilerini
alamadılar.
M. Surullah
Arısoy ve Devlet
Tiyatrosu
sanatçıları Orhan
Veli'nin
şiirlerinden
okudular.
Anma
toplantısının ilgi
çekici konuşmalarını
Can Yücel ile ressam
Fahir Aksoy
yaptılar. Her ikisi
de, Orhan Veli ile
geçen günleri ve
kısa çizgilerle
anılarını
anlattılar. Can
Yücel, Orhan
Veli'nin uzun
<<İstanbul>> şiirini
okudu, anıları
anlattı. Sonra Nazım
Hikmet'in Orhan
Veli'den söz eden
Türkiye'de
yayımlanmamış bir
şiirini okudu. Nazım
Hikmet'in Mayıs
1958'de yazdığı
şiirini aynen
yayımlıyoruz:
SLAVYA KAHVESİNDE
ŞAİR DOSTUM
TAVFER'LE YARENLİK
Slavya kahvesinde
oturan dostum
Tavfer'le,
Vıltava suyuna
karşı oturup,
tatlı tatlı
yarenliği severim
hele sabahları
hele baharda.
Hele sabahları
hele baharda
Konuşurken dalar
dalar gideriz
Bir yitirir bir
buluruz birbirimizi.
Hele sabahları
hele baharda.
Prag şehri
yaldızlı bir
dumandır
Ve kızıl, kocaman
bir elma gibi.
Nezval geçer taze
çıkmış kabrinden
param parça
yüreği de elinde
ve Orhan Veli'yle
karşılaşırlar
Urumeli
Hisarından gelir o
ve telli kavağa
benzer Orhanım
Yüreciği delik
deşik onun da.
Biz de aynı
loncadanız biliriz
Tavfer
zanaatların en
kanlısı şairlik
sırların sırrını
öğrenmek için
yüreğini
yiyeceksin,
yedireceksin.
Pırağ şehri
yaldızlı bir
dumandır
Vıltava suyunun
köpüklerine
martı kuşlarıyla
gelir İstanbul...
Lejyonerler
köprüsüne gidelim
Tavfer
martı kuşlarına
ekmek verelim.
MELİH CEVDET
ANDAY ( 15 Ekim 1981
- Milliyet Sanat)
Unutamayacağım
anılarımdan biri,
ünlü Fransız ozanı
Philippe Soupault'yu
Yaprak yönetim
evimizde
ağırlamamızdır.
Gerçekte böyle bir
ev yoktu. Orhan
Veli, o zaman, bir
apartmanın
bahçesindeki tek
odalı bir evde
oturuyordu. Odanın
duvarları çatlak
çatlaktı. Döşeme
dayama bakımından
yoksuldu. Tuvaleti
yoktu diyebilirim.
Bu yüzden biz, ünlü
Fransız ozanını bir
lokantaya davet
etmek istedik. Ama o
razı olmamış buna,
ille de
Yaprakçıların
yönetim evine
geleceğim diye
tutturmuş. Odaya iki
gün içinde badana
vurduk, çatlakları
elimizdeki Yaprak
dergileriyle
kapattık,
evlerimizden
koltuklar, masa,
kilimler, içki-yemek
takımları getirdik.
Hiç unutamam, şiir
okuma sırası kendine
geldiğinde, Orhan
Veli, Soupault'dan
yaptığı "Şakir
efendi öldü / dün /
gece Çerkeş'te /
Çerkeş'te öldü
gitti" çevirisini
okudu. Biz gülüşmeye
başlayınca, adam ne
oluyor gibilerden
bakındı. Anlattık.
Bir daha dinledi.
"Tamam" dedi, "benim
şiirim bu." Sonra
ülkemizden
ayrılırken, "şiiri
Türkiye'de buldum"
diye demeç verdi
gazetelere.
MELİH CEVDET
ANDAY (Orhan Veli
İçin - Cumhuriyet
Gazetesi, 17 Kasım
1995)
Orhan Veli Kanık
öleli tam kırk beş
yıl olmuş. Nasıl
olur! inanasım
gelmiyor. Demek beş
yıl sonra onun için
"Geçen yüzyılda
yaşadı" diyecekler.
Oysa benim için
"geçen yüzyıl" on
dokuzuncu yüzyıldır,
hep öyle kalacak.
Ben yirmi birinci
yüzyıla girmek
istemem.
Orhan Veli,
rakısına çok değer
verirdi. Nazım
Hikmet için açlık
grevine girdiğimiz
günlerde, avare
avare dolaşırken
bana demişti ki,
"Rakı yok, meze yok,
dolaş babam dolaş!"
Bir gün de Oktay
Rifat, çok içtiği
için Orhan Veli'yi
uyaracak olmuş,
"Böyle içersen,
sonra kadınla
yatamazsın" demiş;
Orhan da elindeki
kadehi göstererek, "Ya
bu daha güzelse?"
diye yanıtlamış onu.
Orhan Veli bir
şiirinde "Ölünce biz
de iyi adam oluruz"
demişti, (ağlamak
geliyor içimden),
iyi adamdı oysa.
Anlamıyor değilim,
ölüleri, iyi olsun
kötü olsun, hayırla
anma geleneğini
şakaya almaktı
niyeti böyle
söylerken. Ama
şundan içim rahat
ki, yaşarken
sevildi, hayranlık
gördü, övüldü. Ama
oralı olmadı, hiç
övünmeğe girmedi.
Orhan Veli çok
duyguluydu, ama
duygusal görünmekten
hoşlanmazdı. Bütün
arkadaşlığımız
süresince ondan
aldığım başlıca
izlenim budur:
kendini ele vermek
ve işi şakaya
vurmak. Bütün zengin
ruhlar böyledir;
şaka, bu
zenginlikten
övünmemenin başlıca
umarlarından
biridir.
Bu
söylediklerimi, onun
şiiri de kanıtlıyor
bize. Demek
istiyorum ki, Orhan
Veli'nin şiirine bu
açıdan bakmak bize
aydınlık
getirecektir. Büyük
Fransız şairi Paul
Valery, hiçbir
şiirinde kendini
vermediğini, yalnız
'Deniz Mezarlığı'nda
kendini biraz
kaçırdığını
söylemişti. Orhan
Veli ise, kendini
biraz kaçırdığı
şiirlerinde bile işi
alaya vurur. Orhan
Veli, şiirlerinin
arkasına gizlenir.
Orhan Veli'nin
çoğu şiirinde kendi
konuşmayıp
başkalarını
konuşturması bunun
göstergesidir.
Gerçekten de, bu
büyük şairimiz,
çeşitli halk
kesimlerinden
seçtiği kişileri,
kendi ağızları,
kendi deyimleri ve
kendi deyişleriyle
konuşturur
şiirlerinde; ya da
kendisi onların
ağızlarından
konuşur.
Şu şiirine
bakalım:
Alnımdaki bıçak
yarası senin
yüzünden
Tabakam senin
yadigarın
İki elin kanda
olsa gel diyor
telgrafın
Seni nasıl
unuturum ben
vesikalı yarim.
Orhan Veli'nin
alnında bıçak yarası
yoktu, tabakası da,
vesikalı yari de.
Onun,
Bir elinde
cımbız,
Bir elinde ayna
Umurunda mı
dünya!
dizeleri ise bir
mahalle kızının ruh
durumunu yansıtır;
şurası önemli ki, o
kızı küçümsemeden,
dahası bize
sevdirerek.
Nereye gelmek
istiyorum, Orhan
Veli dramatik bir
şairdir.
Şimdi okurlarım
beni bağışlasınlar,
'dramatik' sözcüğü
ile ne demek
istediğimi anlatmaya
girişeyim.
Şiirin üç türü
vardır: Epik şiir,
dramatik şiir, lirik
şiir.
Bunlardan ilki
için en büyük örnek
Homeros'tur.
Homeros, şiirlerinde
hem kendi konuşur
hem de
kahramanlarını
konuşturur. O iki
destan da böyle
yazılmıştır.
Dramatik şiir
ise, şairin
konuşmadığı, sadece
kişilerini
konuşturduğu şiir
türüdür. Tiyatro bu
demektir. Büyük şair
Sofokles'i buna
örnek verelim.
Lirik şiir ise,
şairin kendi
konuştuğu,
duygularını,
düşlerini anlattığı
şiirdir. Bunun antik
çağdaki temsilcisi
Safo'dur. Orhan
Veli, bu üç türden
daha çok ikinci
türde
değerlendirilecek
bir şairdir.
Öyle ki, lirik
olduğunu sandığımız
(gerçekte öyle
olduğu) şiirlerinde
bile yalan
söylemekten
hoşlanır.
'Ben böyle mi
olacaktım' adlı
şiirini, aşık olduğu
günlerde yazmıştı.
Ama o şiirindeki
Çok sevdiğim
salatayı bile
aramaz mı
olacaktım
dizeleri düpedüz
yalandır. Çünkü
Orhan Veli salatayı
sevmezdi, yemezdi.
Görüyor musunuz,
burada kendini
saklıyor.
Orhan Veli, bizim
şiirimizin eşi
bulunmaz dramatik
şairidir.
Onu Homeros'la
değil, Safo ile
değil, Sofokles'le
ölçelim.
Orhan Veli klasik
bir şairdir.
MEHMED KEMAL
(Acılı Kuşak -
Toplum Yayınları,
1967 / DE Yayınevi,
1985)
(Sayfa: 33-34-35)
Ne kadar oturduk,
bilmiyorum, Orhan:
-Kalkın
Kumkapı'ya
gidelim... dedi.
Sabahattin,
Orhan, ben kalktık.
Önce bir dolmuşla
Bayazıt'a çıktık.
Oradan yürüdük.
Orhan:
-İstanbul'a
bayılıyorum, dedi.
Neresinden baksan
önüne deniz çıkıyor.
Denizi yitirir gibi
olduğun anda
buluyorsun. Ya bir
sur yıkıntısından,
ya bir duvar
oyuğundan, ya bir
pencereden önüne
deniz çıkıyor.
Ankara'da bu var mı?
Gerçekten de,
yokuşu inerken, şu
duvar köşesinden, şu
yıkıntı aralığından,
yitirdiğimiz denizi
yeniden görüyorduk.
Git gide denize
yaklaşıyorduk. Artık
önümüzde deniz tabak
gibiydi. Bir kıyı
meyhanesinde
oturduk.
Bir dönem ağır
polis baskısı
altında kalan bu iki
sanatçı, denizi,
İstanbul'u, balığı,
balıkçı
meyhanelerini
sevseler bile
Ankara'yı
unutamamışlardı.
Hele Sabahattin'in
eşi ve kızı
Ankara'daydılar.
Bana politik gidiş
üzerine sorular
sormağa başladılar.
Ne de olsa ben
gazeteciydim, işin
içinde sayılırdım,
girdisi çıktısı
hakkında bildiklerim
olurdu. Yazamazdım.
Sabahattin boyuna
İsmet Paşa'nın ve
CHP'nin demokrasiyi
kurmada samimi olup
olmadığını öğrenmek
istiyordu. Anlattım.
Orhan aklımda
kaldığı kadarı,
aşağı yukarı şöyle
konuştu:
-Bizim
düşündüklerimiz ve
yaptıklarımız şu
gördüğün deniz
gibidir. Denizi
nasıl evlerle,
surlarla görünmez
ediyorlarsa, nasıl
evler surlar zamanla
yıkılıyor, deniz
görünüyorsa, bizim
yaptıklarımızı da
istedikleri kadar
bizi sıkıştırsınlar,
örtemeyeceklerdir.
Yaptıklarımız,
kapamak isteyenler
yıkıldıktan sonra
deniz gibi ortaya
çıkacaktır. Ancak
biz yaptıklarımızı
iyi yapalım, ortaya
çıktığı zaman
gelecek kuşaklar
eziyete değmiş
desinler. İyi
yaptıksa, bize
eziyet edenler
unutulacak,
yaptıklarımız, deniz
gibi, denizin mavisi
gibi sevilecektir.
Karşıda deniz
masmaviydi.
Lisede Adnan'ı
tanıyorum da,
Orhan'ı tanımıyorum.
Bizden çok büyük
sınıfta okuduğu
için, fazla iz
kalmamış hatırımda.
Melih'le Oktay öyle
değil. İkisinin de
hatırımda kalan
izleri var. Melih
tiyatroyla
uğraşırdı. Oktay
Atatürk'ün önünde
başarılı bir tarih
sınavı vermişti.
Orhan'ı ilk Monna
Vanna piyesini okul
adına oynarken
gördüm. Ercüment
Behzat ona önemli
bir rol vermişti,
ama neydi şimdi
bilmem. Başarılı
oynadığını
söylüyorlardı. Bir
şairin başarılı
aktörlüğünü
kavrayamamıştım,
çocukluk. Bir adam
ya şair olurdu, ya
aktör, benim o
zamanki anlayışıma
göre... Şairlik çok
büyüktü gözümde.
Başka işle
paylaşamazdım. Şimdi
öyle değil tabii...
Şiirlerim
yayınlanmaya
başladığı zaman,
Orhan'la eşit
konuştum. Bu
eşitliği Orhan
koydu. Ben
koyamazdım. Ne yalan
söyliyeyim Orhan'ın
ilk denemelerini ben
anlayamadım.
Nurullah Ataç övmeye
başladığı zaman da
anlamadım. Nazım
bizim gözümüzde
sevgiliydi.
Sevgiliydi ama,
etkisinde kalmaktan
da korkuyorduk.
Orhan'ın bir çığır
açtığının çok
sonraları farkına
vardım. "Ağaca bir
taş attım - Düşmedi
taşım - Taşımı
isterim - Taşımı
isterim" şiirini
ciddiye alamıyordum.
Şiir benim için bir
eylemdi. Tek başına
bir uğraş değildi o
yaşlarda. Orhan da
bu anlayışımı
bildiğinden olacak
üstüme varmazdı.
Hatta ciddi bir
tartışmaya bile
girmek istemezdi.
Çocukluğuma mı
verirdi, yoksa
teşvik mi ederdi,
hala kestiremiyorum.
Bugünse Orhan'ın
yeri edebiyatımızda
bellidir. Benim
düşüncemde bir
değişiklik
olmamıştır. Hala
aynı kanıdayım. Onun
içindir ki, işi
fıkracılığa döktüm.
Başka eylemlerim
ağır bastı. Bugün
Orhan olsa ne derdi,
bilmem.
Anlayışımızın
farklı oluşu
dostluğumuza engel
olmadı.
Bir gün Orhan,
Sait Faik'in bir
piyesinden söz
etmişti. Sait mi
okumuştu ona,
anlatmış mıydı?
Geçmiş gün unuttum.
Pencere kenarında,
Kürt Mehmet'te
oturmuş
konuşuyorduk. Yağmur
yağıyordu. Orhan
Tecüme Bürosundan,
ben gazeteden
ayrılmıştım. İkimiz
de yarı yarıya işsiz
sayılırdık. Orhan,
Doğan Kardeş
yayınlarına sattığı
Nasrettin Hoca'nın
telif ücretini
bekliyordu. Ben de
bir gazeteden
alacağım parayı.
Sabahleyin uğramış,
idare müdüründen:
"yarın gel..."
yanıtını almıştım.
Ben: "Ah bir yarın
olsa..." diyordum.
Orhan: "Ah postacı
havaleleri bir
dağıtmaya
başlasa..." diyordu.
Durup dururken,
birden:
-Sait'in bir
piyesi var, bilir
misin? dedi.
-Bilmiyorum, Sait
piyes yazmış mı?
-Yazmış...
Aklım, fikrim
parada:
-İyi
İlgilenmediğimi
görünce anlatmaya
başladı:
-Sait'in
piyesinde hareket
var, laf yok. Bir
kelimelik konuşmayla
da bitiyor. Böyle
yağmurlu bir günde
kalabalık bir
caddede insanlar
koşuşuyor. Beyoğlu
olacak... Taksiler,
hususiler, bağıran,
çağıran, kadınlar,
kızlar... deme
gitsin... büyük
kalabalık... İşte bu
kalabalık arasından
bir adam çıkıyor.
Omuzunda bir tek
yorganı... Ondan
başka göze batar bir
şeyi yok. Vitrinlere
baka baka, sahnenin
önüne doğru geliyor,
sırtındaki yorganı
indirip seyircilere
doğru uzatıyor,
hüzünlü bir sesle:
"Satıyorum..."
diyor. Piyes de
bitiyor.
...
(Sayfa: 302)
Orhan Veli'nin
şiirinde Baudelaire
etkisi yoktur ama
epeyce şiirini
çevirmiştir.
Bilenler, çeviri
şiirler arasında en
iyisi olduğunu
söylerler.
BAKİ SÜHA
EDİBOĞLU (Bizim
Kuşak ve Diğerleri -
Varlık Yayınları,
1968)
Dikkat
etmişimdir,
İstanbul'da olsun,
Ankara'da olsun,
Orhan yazılarının
pek çoğunu sabahları
yazardı. Birçok şair
ve yazarlarda olduğu
gibi, yer seçmek,
masa seçmek,
gürültüden kaçmak
gibi adetleri yoktu.
Her yerde rahatlıkla
çalışabilirdi.
Yaprak dergisinin
makalelerini, hatta
mizanpajını
Ankara'da Kutlu
pastahanesinde
hazırlardı.
ÖMER FARUK TOPRAK
(Duman ve Alev - May
Yayınları, 1968)
Küçücük meyhane
dolmuştu adeta.
Cıgara dumanı bulutu
içindeydik. Oturacak
yer iki - üç kişilik
olduğundan, çoğunluk
ayakta yarenlik
ediyorduk. Lambo'ya
geldiğimizden beri
şiirden, edebiyattan
konuşmamıştık. Orhan
Veli, bilmiyorum
kaçıncı kadehten
sonra, damdan düşer
gibi:
"Ömer Faruk, sen
benim Kızılcık
şiirimi beğenmedin
mi?" diye sordu.
Artık bu saatte,
rakı şişesinde balık
gibi idi ama,
sarhoşluk
bilinçsizliği yoktu
üzerinde. Bir süre
önce Ant dergisinde
Suut Kemal Yetkin'in
bir deneme
yazısındaki
yanılgılarını
eleştirirken, Orhan
Veli'nin Kızılcık
şiirini tekerleme
niteliğinde
bulduğumu yazmıştım.
Buna alınmış olacak.
Kısa bir açıklama
yaptım:
"Ozanın dünyaya
bakış tarzında
farklı bir görüş
getirdin ama,
şiirimizi formalist
bir sınır içinde,
halk diline yatkın,
espri şiirine, bohem
şiirine doğru
götürüyorsun. Ben
halk dilinin
içtenliğini ekmek
gibi göğsümde
tutarım ama, batı
kopyası formalist
şiire karşıyım"
dedim.
Gülümseyerek beni
dinliyordu.
Kadehinden bir yudum
daha aldı. Yüzünden
sarı bir düşünce
bulutu geçti:
"Benim şiirim de
toplumcu, benim
şiirim de oraya
varacak" dedi.
Orhan Veli'nin
cigarasını yakarken,
kibrit alevinde
çekilmiş bir
fotoğrafı vardır.
Şimdi o resme tekrar
bakıyorum. Onu
Lambo'da bir akşam
karanlığında görür
gibi oluyorum ve:
"Yaşasaydı"
diyorum.
SAİT FAİK
(15.11.1953 - Vatan
- Sanat Yaprağı)
Uzun zaman
Beyoğlu'nda bir
sivrice, bir
kamburca adam görsem
içim yandı. O'dur
sandım. Saniyenin
binde biri bir zaman
içinde, odur sandım.
Uzun zaman, sık sık
bu, sürdü gitti.
Yeni yeni, onun
karşıma
çıkmıyacağını, geri
gelmiyeceğini
anlıyabildim.
Biz çok mu iyi
arkadaştık? Değil.
Benden daha çok
sevdiği, düşüp
kalktığı arkadaşları
çoktu. Biz
birbirimizi hele ben
içkiyi bıraktıktan
sonra aramazdık
da... Arasıra kavga
değil ya, atışırdık
da. Ne hale geleceği
hiç belli olmıyan
bir dostluğumuz
vardı.
Ama ben onu
görünce sevinirdim.
Sonunda masa ve
kadeh başında
bitecek bir tatlı
gün başlardı.
Paranın olup
olmamasının önemi
yoktu, bulup
buluşturacaktık.
İlkbaharda
birdenbire Adanın
tenha bir yolunda
karşıma çıkardı.
"Gel yahu bize
gidelim" derdim,
gelmezdi. Adanın
içinde kaybolurdu.
Nereye giderdi hiç
bilmedim. Belki de
yapayalnız, belki de
birisiyle beraberdi.
Onu da bilemedim.
Esrarlı bir hal
takınırdı. Yalnız
başına, cebinde
şişesi, bir ağaç
altına yerleşip şiir
mi yazardı?
Bilmiyorum.
Onun bir kitap
satışına şahit
oldum. Küçük dilimi
yuttum. Beş
parasızdı. Parasız
olup da pis pis
düşünmeyen kim
vardır? Öyle
günlerden
birindeydi. Kitabı
satın alacak adamın
karşısında koltuğa
cebinde on lira
varmış gibi
kurulmuştu. Galiba
ayak ayak üstüne de
atmıştı. Sigarası da
ince parmaklarında
idi. Daha pazarlığa
girişilmemişti.
Kitabın boyu,
harflerin seçilmesi
mevzuunda
konuşuluyordu. Benim
orada bulunmamdan
hafifçe canı
sıkıldığını seziyor,
inadına oturuyordum.
Sebepsiz, başka
şeylerden söz açtı.
Kalktım. Sigarasını
söndürdü. Kapıdan
tarafa oturduğum
için sırtı benim
gitmemi bekliyor
gibiydi. Patronun
odasından yarım saat
sonra çıktı. Çekişe
çekişe pazarlık
etmişe benzerdi.
Yüzü kızarmıştı.
Merdivenlerde
bekliyorduk. "Tamam
mı?" "Tamam" dedi.
Hiç ummadığım bir
para koparmıştı. Ama
öyle sanıyorum ki
patron da ona hayran
oluğu için bu parayı
vermişti.
TALAT SAİT HALMAN
(Langston Hughes
Hayatı ve Sanatı -
Yeditepe Yayınları
1971)
Langston
Hughes'un Amerikan
şiiri içindeki yeri,
birçok bakımdan,
Türkiye'de Orhan
Veli - Melih Cevdet
- Oktay Rifat
kuşağını andırır.
Memleketimizde
tanınıp sevilmeye
başlaması da o
kuşağın en popüler
olduğu ve
edebiyatımıza
yepyeni bir tat
getirdiği yıllara
rastlar. Hughes,
tıpkı Orhan Veli
gibi, "sokaktaki
adam"ın gündelik
duygu ve kaygılarını
çoğu zaman güleç ve
kolay anlaşılır bir
üslupla
seslendirmiştir.
Orhan Veli'nin
Süleyman Efendisi,
Hughes'un Simple
(Safdil) tipidir.
Kanık nasıl
İstanbul'un konuşma
renk ve ritimlerini
şiire mal ettiyse
Hughes da New
York'un zenci
mahallesi olan
Harlem'in sokak
lehçesini alıp
Amerikan şiirine
kazandırmıştır.
Birinci Yeniler
gibi serbest nazım,
basit şekil ve sade
dil ilkelerini
benimseyen Hughes,
yine tıpkı onlar
gibi, nesnel görüşle
yazdıklarında bile
düşünceden çok
duyguya yer vermiş,
romantik ve hatta
santimantal
duyarlığa bağlı
kalmıştır.
SABAHATTİN
EYUBOĞLU (Orhan Veli
Boğaziçi'nde - Küçük
Dergi, Kasım 1952)
Orhan Veli
avucunun içindekini
bilmez, ama Boğaz'ın
içini dışını karış
karış, yosun yosun
bilirdi. Çocukken
bir çifte kürek, bir
arkadaş ve bir kaç
simitle Beykoz'dan
Yeşilköy'e günü
birlik gider
gelirmiş. Üst
tarafını Boğaz'ı
bilenler kestirir.
Kıçtan yaprak
motoruyla gün
ışırken yola çıktık
mı Orhan Veli
rüzgarın çıkmışını
çıkacağını,
akıntının artmışını
artacağını, anaforu
kestirmeyi,
martıların,
ırıpların hangi
balık üstüne
çalıştıklarını
şakacıktan ama hamsi
boyu yanılmadan
söylerdi. Poyraz'ın
ve Lodos'un
nerelerde ne suret
göstereceğini,
hiçbir körfezin
adını aramadan, her
iskele adına bir
ince lezzet katarak
anlatırdı. "Veli bey
atıyor" derdik; o
susar, denizde ne
kadar haklı
çıkılabilirse o
kadar haklı çıkar,
ve sanat ve dünya
işlerinde de olduğu
gibi, "Nasılmış!"
demezdi. Bizim deniz
sevgimiz doğrusu
onunkinden çok daha
şairane idi. Bizi
şaşırtan, coşturan
renk, ses, dalga ve
balık oyunlarına
Orhan Veli,
kendinden bir şeymiş
gibi, güzel fakat
"malum" der gibi
bakardı. Sevdiğini
en çok belli ettiği
şey kürek çekmek,
denizde kızdığını
gördüğüm tek şey de
yağsız kürekti.
İncecik ve uzun
kollarıyla küreğe
geçer geçmez kayık
kendine gelir,
denizin ritmini
bulur, her çekiş bir
nefeste söylenen
rahat mısralara
dönerdi. Kürekler
batıp çıkacakları
anı ve yeri kılı
kılına bilir,
kayığın burnu
pürüzsüz, takıntısız
bir çizginin kayan
ucu oluverirdi. İşte
o zaman iskarmozlar
sağlam, kayışlar
edebince bağlı ve
yağlı, kayığın altı
yosunsuz,
içindekiler de yerli
yerinde oldu mu,
Orhan Veli pırıl
pırıl keyiflenir ve
"Biliriz şu kürek
çekmesini" derdi.
Orhan'ın son
yazı, bir akşam üstü
Yaprak'la Beykoz'a
doğrulduk. En
cümbüşlü çocukluğu
orda geçmiş, on
senedir de
uğramamış. Poyraz
eni konu
sertleşmişti, ama
Beykoz Orhan'ın
dediği gibi süt
liman çıktı. Dediği
yerde pat patı
susturduk. Orhan
kürekte, dalyanın
telleri melleri
arasından, yağdan
kıl çeker gibi
geçtik, bir balıkçı
kahvesinin önündeki
perişan iskeleye
yanaşıverdik. Orhan
eski ahbaplarını dün
bırakmış gibi
aramağa çıktı ve
kendi yaşında, güler
yüzlü bir balıkçıyla
döndü. Çapariye var
mıyız, dedi. Takım
taklavat, kumanya
düzüldü. Çaparide
iki çocukluk
arkadaşı
dertleştiler.
Balıkçı ilkte mi,
ortada mı, unuttum,
Orhan'la okumuş,
babası ölünce
bırakmış. "Biz güya
okuduk, dedi Orhan,
ama bir baltaya sap
olamadık." "Yoo,
meşhur adam olmuşun.
Gazetelerde
okuyoruz. Kahvede
şiirlerini ezber
bilenler de oluyor."
Halk arasında adı
geçmek Orhan'ı en
çok gıdıklayan
havadislerdendi. İki
patlamayı pek
aşamayan açık ve
seçik kahkahası o
zaman kıvamını
bulurdu. Şöhret
düşkünlüğü vardı,
var olmasına fakat
marazi, sinsi,
kıskanç tarafı
olmayan bu düşkünlük
ona kahverengi
ceketi, ne yapsa
düzgün duran yakası
gibi yakışırdı.
Balıkçıya hangi
şiirlerini duyduğunu
sormamıza kalmadı,
çapari canlandı. Bir
anda kayığın içi
bembeyaz
çırpıntılarla doldu.
Orhan'ın yazı
yazarken her harfin
hakkını veren uzun
ve yavaş parmakları
balıkları çapari
salkımından
koparırken aynı
telaşsız, kayıtsız,
rahat zariflikleri
içindeydiler.
Elerimizi pul pul,
balıkçıdan
buluşmamız kadar
edebiyatsız bayağı
lafsız ayrıldık. Ne
Beykoz'u, ne
balıkçıyı, ne
balıkları, ne de o
bitmeyesi akşamı
kendilerinden başka
bir şeye
benzetmeden,
Orhan'ın sayesinde
dünyayı biraz daha
bizim bilerek
Boğaz'a açıldık.
Gece, Büyükdere'de
bir dostun evini
ararken Orhan
ışıkları birer birer
kendi yakmış gibi
biliyordu.
Büyükdere'yi ya da
ışıkları sevdiğinden
mi? Yoo, Orhan
rasgele bazı
şeyleri, geolojinin
taşlar bahsini,
rubai vezinlerini,
Karagöz'ün bir
sahnesini, Ankara'da
Teneke mahallesinin
bir sokağında
oturanları, Keten
Gömlek türküsünün
belli bir köy
ağzıyla söylenişini,
hocası Ahmet Hamdi
Tanpınar'ın bin
dokuz yüz otuz
bilmem kaç senesi
baharında, çarşamba
günü, saat üçü on
geçe, Ankara
Lisesinin filan
koridorunda Abdülhak
Hamit üstüne
söylediklerini harfi
harfine, kılı kılına
bilmekten
hoşlanırdı.
OKTAY AKBAL
(Orhan Veli'yi
Beklerken -
Şarkılarına Kadar
Mahzun, Çağdaş
Yayınları, 1997)
Orhan Veli'yi
bekliyorum. Saat
sekiz buçuk. O şimdi
yoldadır. Üç kat
merdiveni çıkıp
gazeteleri
getirecek. Hep
teşekkür ediyorum.
Öyle ya, nesine
bunca yol, bunca
basamak? Bir
yazarın, adını
taşıdığı Orhan
Veli'nin eski bir
arkadaşının günün
haberlerini duyuran
gazeteleri
beklediğini biliyor.
Sarışın bir körfez
çocuğu. Yatıp
uyumalıydı bu
saatlerde! Ama
sorumluluğunu bilen
bir kişilik.
Marketçi ağabeyleri
Hakan ve Selçuk'un
en büyük yardımcısı.
Babası, Orhan
Veli'ye sevgisinden
küçük oğluna bu adı
vermiş... Ne de olsa
bir öğretmen, bir
bilinçli baba. Orhan
Veli de adaşının
şiirlerini biliyor,
seviyordur diye
düşünüyorum. Bir
sabah soracağım,
bakalım ne diyecek?
OKTAY AKBAL
(Melih Cevdet Anday
ile - Önce Şiir
Vardı, Adam
Yayınları, 1982)
Ta yıllar
gerisine gittim bir
an. İkinci Dünya
Savaşı yıllarında
lise öğrencisi
olduğum günler...
Garip'le ilk
karşılaşmam. Orhan,
Oktay, Melih üçgeni.
1941'de
Servetifünun'da
Şiirimizin Triosu
adlı bir yazı
yayımlamıştım. On
sekiz yaşında onuncu
sınıf öğrencisi bir
Oktay Akbal!
Garip'çilere
takılan, onlarla
eğlenen ünlü
yazarlara,
gazetecilere,
eleştirmecilere
karşı çıkmış! Bir
Raci Bey vardı,
divancı mı divancı.
Orhan'ı Oktay'ı
Melih'i ozan
saymıyordu, ne de
Sait'i öykücü. Ben,
okulun edebiyatçısı
olan ben,
bütünlemeye
kalıyordum bu yazı
yüzünden az daha!
OKTAY AKBAL
(Yüksek Kaldırım
Yaşantıları -
Geçmişin Kuşları,
Çağdaş Yayınları,
1979)
Derken daha yakın
bir anı.
Yüksekkaldırım'dan
şair, yazar
dostlarla inişlerim.
Sait Faik'le, Orhan
Veli'yle, Asaf Halet
Çelebi'yle. Garip
bir rastlantıydı,
ölümlerinden önceki
günlerdeydi hepsi
de. Hele Sait.. 4
mayısta indik, 11
mayısta çekti gitti
dünyamızdan.. Gene
başka bir anı. Fahir
Aksoy'la iniyoruz
bir gece. Yokuşun
tam yarısındayken
aklıma geliverdi.
Fahir'e "Sait'le,
Çelebi'yle, Orhan'la
da burdan böyle
indik. Bir süre
sonra öldüler"
deyiverdim. Ödü
koptu Fahir'in
yokuşu gerisin geri
çıkacaktı neredeyse.
Yapmadı bunu, göze
aldı her şeyi. O
günlerde edebiyatçı
bilinirdi Aksoy,
öyküler, eleştiriler
yazardı. Aradan bir
süre sonra bıraktı
edebiyatı,
yazarlığı. Resme
verdi kendini. Ünlü
bir ressam oldu.
Korkulu tehlikeden
yakayı böyle
kurtardı galiba!
MEMET FUAT
(Alttan Gelen Sansür
- Çağını Görebilmek,
Adam Yayınları 1982)
6 Aralık 1964
günlü Cumhuriyet
gazetesinde Orhaneli
öğretmenlerinden
Ahmet Ergün ile
Yücel Aksan'ın bir
açık mektupları
yayımlandı. Olduğu
gibi aktarıyorum.
İSTANBUL
RADYOEVİNE AÇIK
MEKTUP
Radyonuzda
28.11.1964 günü saat
21-21.30 arası
yayımlanan 'Bir
Portre' programında,
şair Orhan Veli'nin
14. ölüm yıldönümü
hatırası anıldı.
Büyük şairin ölümü
üzerine parçalar ve
Orhan Veli'nin kendi
eserlerinden
seçilmiş bazı
şiirleri okundu.
'Yol Türküleri'
isimli şiiri
okunurken 'Arifiye
Köy Enstitüsüne ait'
olan kısmın
çıkarılmış olması
gözden kaçmadı.
1- Şiiri tahrif
etmek, şairin
hatırasına ne
dereceye kadar saygı
göstermektir.
2- Köy enstitüsü
sözü, bir kültür
kurumu olan Devlet
Radyosunca neden
sakıncalı
görülmüştür?
3- Bir sanat
yapıtının, siyasi
görüş ve kanaatle
bir nevi sansüre
uğratılması sizce de
sanat özgürlüğü
anlayışına aykırı
değil midir?
4- Bu tutumunuz
halkın Devlet
Radyosuna olan
güvenini sarsmaz mı?
Büyük şairden
İstanbul Radyoevi
adına özür
diliyoruz.
Mektup bu kadar.
Radyoevi'nden ne
yanıt gelecek diye
düşünüyorum. Ne
yanıt gelebilir!?
Sanat yapıtına
saygısızlığın,
sinsi, acınası
politikacılığın
korkunç bir örneği.
Belki de salt bir
işgüzarlık. Ben
dinlemedim o
programı. Mektupta
Yol Türküleri diye
ikinci başlığıyla
anılan Destan
Gibi'nin bütünü
okunup da yalnız
Arifiye parçası mı
çıkarıldı?
İnanamıyor insan.
Gerçekten öyleyse...
Okuyalım birlikte
o parçayı da, alttan
gelen sansürün
nerelere kadar
uzandığını görün:
Arifiye!
Şoför durdu,
Enstitü Mektebi,
dedi.
Süleyman Edip bey
müdürün adı.
Bir yol da burada
duralım;
Ellerinde nasır,
yüzlerinde nur,
Yarına ümitle
yürüyenlere
Bir selam
uçuralım.
Bu parçanın
radyoda okunması
üstten gelen
sansürün yasakladığı
şeylerin içine
giriyorsa (ki öyle
olduğunu aklım
almıyor), o zaman
programı
hazırlayanların bu
şiirden bütünüyle
vazgeçmeleri
gerekirdi. Ondan
ötesi sanata da,
sanatçıya da -tek
sözcükle-
saygısızlıktır.
Bir başka yönü
daha var işin: Ahmet
Ergün ile Yücel
Aksan şairden özür
diliyorlar; ya köy
enstitülerinin
yetiştirdiği
binlerce öğretmenden
kim özür dileyecek!?
ORHAN VELİ
ÖLÜMÜNÜN 30.
YILDÖNÜMÜNDE TEVFİK
FİKRET LİSESİNDE
ANILDI (29 Kasım
1980 - HÜRRİYET)
Ünlü şairimiz
Orhan Veli Kanıki
ölümünün 30.
yıldönümünde Tevfik
Fikret Lisesi'nde
anıldı. Türk Dil
Kurumu başkanı Cahit
Külebi, Şair Dr.
Mustafa Şerif
Onaran, Şair Mehmet
Deligönül Orhan
Veli'yi anma
toplantısına
konuşmacı olarak
katıldılar. Okul
müdüresi Ferihan
Gürsey, Kültür
Kolunca hazırlanan
anma gününde
"Ergenlik çağında
cilt bakımıi ruh
sağlığı, beslenme
konularının da
işleneceğini
belirtti. T.D.K.
Başkanı Külebi,
konuşmasında Orhan
Veli'yi nasıl
tanıdığını anlattı,
Mehmet Deligönül
sanatçının edebi
kişiliğinden söz
etti. Dr. Mustafa
Şerif Onaran da
Orhan Veli'nin
şiirlerinde işlediği
konular üzerinde
durdu. Öğrenciler
ise sanatçının
şiirlerini okudular.
Ankara'da Bilgi
Yayınevi de Orhan
Veli'nin tüm
eserlerini 'Bütün
Eserleri' başlığı
altında yayınlamaya
başlamıştır.
RED-KİT FİLMİNDEN
İKİ SAHNE(Yönetmen
ve Senaryo: Aram
Gülyüz)
Görüntü
yönetmenliğini Nedim
Akanlar'ın yaptığı;
İzzet Günay, Gülgün
Erdem, Kamuran
Akkor, Hasan Ceylan
ve Refik Üfler'in
oynadığı Red-Kit'in,
yapım yılı 1970,
yapımcı firması ise
Metro Film'dir.
Filmdeki iki
sahnedeki olaylar az
çok şöyledir:
1 - Red-Kit bir
kadını öperken, atı
Düldül başını iki
yana sallayarak
konuşur:
"Olmaz ki, böyle
de öpülmez ki..."
2 - Bu sahne daha
hoştur. Daltonlar
her zamanki gibi
hapistedirler ve
kaçma planları
yapmaktadırlar.
Avarel çok açtır ve
Joe'nun her
söylediğine karşılık
açlığından
bahsetmektedir.
Sonunda Avarel'in
repliği şöyle olur:
"Hiç bir şeyden
çekmedim bu dünyada,
açlığımdan çektiğim
kadar"
Yönetmenliğin
yanı sıra
senaryosunu da yazan
Aram Gülyüz'e
teşekkürlerimi
sunarım...