Bir gün yedek
subay olarak
askerliğini
yaparken, Nisuaz'a
giden Orhan Veli,
tek başına bir
masada oturur. Bu
oturuş bile
birilerinin canını
sıkar.
"Orhan Veli, bir
gün bizim gediklisi
olduğumuz Nisuaz'a
gelip karşımızdaki
masada oturacak,
bizimle tanışmak
üzere hiçbir çaba
harcamaksızın yine
kalkıp gidecektir."
Bu satırları
yazan Hasan İzzettin
Dinamo, Orhan
Veli'nin
kendilerinin kim
olduğunu bilmek
zorunda olduğunu
vurguluyor. Oysa ki
insan hiç tanımadığı
birinin masasına
gidip, "merhaba ben
bilmem kim, sizler
kimsiniz" mi der?
Yoksa O'nun kim
olduğunu bilenlerin
masasına gidip,
tanışmaya
çalışmaları mı
gerekirdi? Yani
Orhan Veli de
anılarının bir
köşesinde "bir akşam
Nisuaz'a gittim,
karşımda oturan
Hasan İzzettin
Dinamo bana baktı
baktı da masama
gelip tanışma
girişiminde
bulunmadı" dese
haklı olur muydu? Ki
Mehmed Kemal, Orhan
Veli'yi 'bir heykel
gibi susan' diye
tarif etmişken...
Hasan İzzettin
Dinamo'nun Orhan
Veli'ye kızgın
olduğu belli, bunun
nedenini de yine
şairin anılarından
okuyoruz:
"Sabahattin
Kudret ile Sait
Faik, Küllük
dergisinin ilk ve
tek sayısına
girecek; hemen
ardından yine
iktidarın zincirleri
üstümüze boşanarak
bu dergiciğimizi de
yitikler dünyasına
yolcu edecekti."
Derginin neden
kapandığını da yazar
Dinamo:
"Sözde Hasan Ali
Yücel, Orhan
Veli'nin Orospu adlı
şiirinden alınmış,
Bakanlar Kurulu'ndan
karar çıkartarak
Küllük dergisini
kapattırmıştı. Sözde
bu yergicilik Hasan
Ali Yücel'le
sevgilisini hedef
almışmış. Söylenti.
Dergimiz kapatıldığı
sırada, bütün
arkadaşlar,
kapatılma nedeni
olarak yalnızca bu
söylentiyi
işitmiştik. Şimdi
bile bu konuda yeni
bir şey
bilmemekteyim.
Anladığım şu ki,
Hasan Ali Yücel,
Küllük'ün
kapatılmasında
temelli bir rol
oynamıştı. Orhan
Veli o zaman
Ankara'da
bulunduğundan belki
bu işin aslını daha
iyi biliyordu.
Ancak, onunla bütün
yaşamım boyunca
konuşup görüşmek
nasip olmadığından
bunu sorup anlamak
da nasip olmadı."
Küllük'ün çıkış
tarihinin 01.09.1940
olduğunu, Orhan
Veli'nin askere ise
1941'de gittiğini
söylersek, Nisuaz
olayının Küllük'den
sonra olduğu
anlaşılacaktır.
Dinamo'nun
kızgınlığını bir
kenara bırakırsak,
"Orhan Veli'nin
şiirini beğenmese de
anlardı"
diyebiliriz.
Hapisten yeni
çıktığı sıralarda,
aralarında Nurullah
Ataç'ın da bulunduğu
bir kaç kişiyle
yemek yerlerken,
Dinamo'nun eline el
yazısıyla yazılmış
bir şiir defteri
tutuşturan Ataç;
"Bak Orhan Veli'nin
şiirleri." diyerek,
okumasını ister. Bir
kenara geçip, tek
başına şiirleri
okuyan Dinamo, bir
süre sonra "nasıl
buldun?" diye soran
Ataç'a şunları
söyler.
"Üstat,
mapushaneden yeni
çıkmış bir kişiye
çok bir şey
söylemiyor bu
şiirler. Bunlar,
düpedüz küçük
burjuva şiirleri.
Bana öyle geliyor
ki, edebiyatta
Nazım'ın yıkamadığı
ufak tefek bir takım
kaleleri siz bu
şiirlerle yıkmağa
çalışacaksınız.
Hececilerden Yusuf
Ziya'yla Orhan Seyfi
tam Nazım Hikmet'i
olağan görmeğe
başlamışken,
karşılarına bir de
ayak nasırlarıyla
Süleyman Efendi'yi
çıkarıyorsunuz."
Ataç gülerek
başladığı uzun bir
konuşmasını şunlarla
bitirir:
"Yusuf Ziya'yla
Orhan Seyfi'yi bu
şiirlerin neden bu
kerte kızdırdığını
anlamak kolay. Onlar
aruzun pabucunu dama
attıklarında, artık
Türk şiiri dar hece
kalıpları içinde
yazılacak sandılar.
Bencil herif bunlar.
Kendinden sonra
hiçbir şairin
yetişmesine
katlanamıyorlar.
Hele Orhan Veli'nin
şu alaylı deyişleri,
bunları dinden
imandan çıkarıyor.
Bunlara pestenkerani
şeyler gözüyle
bakıyorlar. Şiirin
talihini soyluların
elinden çekip alan
bu adamlar, bunun
küçük burjuvaların
eline geçmesini
istemiyorlar. Oysa
Nazım, Orhan
Veli'den önce şiire
kasket bile
giydirdi. Durmadan
her türlü yeniye
saldıran bu
adamların üstesinden
geleceğim. Tevekkeli
değil, Atatürk
bunları İstiklal
Savaşı'nda
Anadolu'ya sokmadı.
Şundan ki İstiklal
Savaşı da bal gibi
yeni bir şeye, halka
doğru yol almıştı.
Padişahı da,
halifeyi de bir
kafese sokup birer
yırtıcı hayvan gibi
ülkeden dışarı
atacaktı."
Şiir bilgisine
şapka çıkarılacak
adamlardan olan
Hasan İzzettin
Dinamo'nun
eleştirisinde Orhan
Veli'nin yapmaya
çalıştığını anladığı
anlaşılıyor. Biz
gene de biraz
önceki, dergi
kapatmaya neden olan
şiire dönelim.
Öncelikle Orhan
Veli'nin Orospu adlı
bir şiiri yoktur.
Küllük'de yayımlanan
şiirinin adı,
Tahattur'dur; hatta
Orhan Veli, ilk
kitabı Garip'e isim
olarak önceleri
Tahattur'u
düşünmüştür. 1977
seçimlerinde Cavit
Yamaç'la Mehmed
Kemal il il
dolaşırlar. Kayseri
meydanında Demirel,
gırtlağını
paralarcasına
konuşurken, onlar da
arabanın içinde
edebiyat üstüne
konuşmaya başlarlar.
Bir ara söz şiirden
açılır ve Cavit
Yamaç anlatmaya
başlar. Anılarından
Orhan Veli ile
ilgili belgelenmemiş
bir şey bırakmak
istemeyen Mehmed
Kemal de bunları
yazmaktan geri
kalmaz:
"Bilir misin?
Orhan Veli'nin Garip
kitabının ismini ben
koydum. Bir gün
Nisuaz'da
oturuyordum. Orhan
geldi, bir şiir
kitabı çıkaracağını
söyledi. Bir türlü
kitabına bir ad
bulamıyordu. Koymak
istediği ad
'Tahattur'du.
Bilirsin Orhan
Veli'nin 'Alnımdaki
bıçak yarası senin
yüzünden... Tabakam
senin yadigarın...
Seni nasıl unuturum
ben... Vesikalı
yarim...' diye bir
şiiri vardır. Onun
adı Tahattur'dur.
Kitabına bunu vermek
istiyordu. Bana
sordu, ne dersin
diye... Ben de bu
adın çok eskimiş
olduğunu, daha yeni
ve ilgi çekici bir
ad bulmasını
söyledim. Bu yeni
adın ne
olabileceğini sordu.
Ben de senin
şiirlerin
yadırganıyor,
acayip, garip
bulunuyor, öyle bir
ad vermelisin,
dedim. Öyleyse bir
ad bul, dedi. Yaban,
acayip, garip,
derken... Garip sözü
üzerinde durduk.
Orhan Veli'nin
kitabının adı ortaya
çıkmıştı. Garip,
sadece şaşırtıcı,
acayip anlamına
gelmiyor, gurbette
kalmışa da
yakışıyordu. Zaten o
dönemde Orhan Veli
ve arkadaşları da
kural dışı, biraz
gurbette kalmış
gibiydiler."
(Mehmed Kemal'i
okudukça karşınıza
Orhan Veli'nin
çıkmasına
şaşırmıyorsunuz.
Orhan Veli de
16.12.1945'de Ülkü
dergisine Şiir
Kitapları üzerine
yazdığı bir yazıda,
önce Birinci
Kilometre adlı
kitaptan Mahalle
adlı şiiri de yazar:
Bu mahalle beni
bilir
Babamı adımı
işimi
Sabah kalkışımı
akşam gelişimi
En güzel kızını
bana vermiştir.
Şiirin hemen
arkasından da bir
dilekte bulunur: "Mehmed
Kemal'in, mahallenin
en güzel kızıyla
mesut olmasını
dileriz."
Anılarında Orhan
Veli'nin adını
binlerce kez daha
kullanmak istemiştir
herhalde Mehmed
Kemal ve Fethi
Giray'ın ölümünden
sonra yazdığı Ağıt
şiirinde de O'na bir
mısra ayırmıştır:
Can sevgine
bakardım da,
Hiç yitmeyeceksin
sanırdım.
Orhan'dan,
Cahit'ten, Suphi'den
sonra,
Üstümüzde dolanan
tipiden sonra,
Hiç gitmeyeceksin
sanırdım.
Oysa düşünmeli,
Oysa bilmeliydim.
Bundan kelli
yaşamın,
Tadı yok!
Mehmed Kemal
'gittiğinden'
beridir de buraların
tadı yok... Kendisi
Milliyet Sanat
dergisinin 15 Temmuz
1997 tarihindeki
sayısında Şair Şah
Çekerse adlı yazımı
okumuş, oradaki
"18-20 yaşlarımın
şairi" dediği
arkadaşı Fuat
Ofşin'in hatırına
beni Politika ve
Ötesi köşesinde
ağırlamış,
askerliğimi yaptığım
o günlerde bana en
büyük ödülü
vermişti. Kendisiyle
görüşüp birkaç
dakika Fuat
Ofşin'den
konuşmamız, bana
O'nun kitabını
kütüphanesinde arama
sözünü vermesi ve
bana 'borçlu' olarak
buralardan gitmesi,
kuru olarak bildiğim
gözlerimin
ıslanmasına,
-yiğitliği bir
kenara bırakırsam,
ıslanmak ne kelime
hüngür hüngür
ağlamama- neden
olmuştur.
Cemal Süreya,
Oteller Hanlar
Hamamlar İçin
Sürekli Şiir'inin
dördüncüsünü
yazdığında henüz
yalnız Orhan Veli
'gitmiştir':
Evet, Mehmed
Kemal, Yılmaz Gruda,
Orhan Veli,
Şimdi hepsi
dipte, hepsi birer
yeraltı suyu gibi.
Sevgilim bilemem
sesimi duyuyor musun
Bir gökkuşağıyla
doldurmak istiyorum
içini.)
Mehmed Kemal'e de
'Nasıl unuturum seni
ben!' diyerek,
Burhan Arpad'a
geçelim; Tahattur
adlı bu şiirin
romanını yazan
Burhan Arpad'a. Önce
Cumhuriyet
Gazetesinde tefrika
olarak basılan,
sonra da Set
Kitabevi tarafından
Nisan 1968'de
yayımlanan romanda,
vesikalı bir kadınla
bir kahve çırağının
arasındaki aşk
anlatılır. Sigara
tabakasının da 'iki
elin kanda olsa gel'
çağrısının da
nedenlerini
okuyacağınız romanın
sonunu, şiiri bir
kez daha
okuduğunuzda
anlayacaksınız:
Alnımdaki bıcak
yarası
Senin yüzünden;
Tabakam senin
yadigarın;
<<İki elin kanda
olsa gel!>> diyor,
Telgrafın;
Nasıl unuturum
seni ben,
Vesikalı yarim?
(Alnımdaki Bıçak
Yarası adlı bu
roman, Şahin Gök
tarafından filme de
alınmıştır. Hakan
Ural, Serpil
Çakmaklı ve Pakize Suda'nın başrol
oynadıkları filmin
sonu, kitabın
sonuyla aynı
değildir. Bir
gazetenin televizyon
sayfasında ise film
ile ilgili şu
eleştiri
yapılmıştır: "Burhan
Arpad'ın aynı adlı
romanından serbest
bir uyarlama, yer
yer 'Vesikalı
Yarim'i çağrıştıran
bölümleri de var."
Bu eleştiriyi yazan
kişi; 1968 yılında
Lütfü Akad
tarafından çekilen;
Türkan Şoray, İzzet
Günay ve Ayfer
Feray'ın oynadığı
Vesikalı Yarim'in
senaryo yazarı Ali
Uğur'a şu soruyu
sormalıydı:
"Vesikalı Yarim'i
yazarken, Orhan
Veli'nin Tahattur
adlı şiiri, size
esin kaynağı olmuş
mudur?")
Nazım Hikmet, 13
Şubat 1941'de
Çankırı
Hapishanesi'nden
Kemal Tahir'e
yazdığı bir mektupta
bu şiir için şunları
söyler:
"Demek istediğim
şairaneliğin
kelimeleşmiş
ifadeleri sade mavi
ufuklar, pembe
bulutlar filan
değildir. 'Vesikalı
Yarim' de
şairanedir."