Sait Faik bir gün
Orhan Veli'ye sorar:
"Sende nasır var
mı?" "Süleyman
Efendi şiirinden
sonra ahı tuttu.
Bende de nasır
çıktı" Nasırdan önce
midir, sonra mıdır
ya da Orhan Veli
nasırı için ne
yapmıştır bilmiyoruz
ama, bir ecza
laboratuarının Orhan
Veli'ye sunduğu
teklifi Adnan Veli
şöyle anlatır:
"Kitabe-i Seng-i
Mezar'ı yazdığı
vakit, herkes işi
alaya almıştı. Orhan
durmadan hücuma
uğruyor, ama
gazetelerde çıkan
karikatürler,
aleyhine yazılan
yazılar onu
güldürmekten başka
bir netice
vermiyordu. Bu şiir
kısa zamanda meşhur
oldu. Herkesin
diline dolandı.
Orhan'dan çok Yazık
oldu Süleyman
Efendi'ye mısraları
tanınıyordu. Bir
akşam gülerek yanıma
geldi, şu mısraları
okudu:
Hiçbir şeyden
çekmedi dünyada
Nasırdan çektiği
kadar;
Hatta çirkin
yaratıldığından bile
O kadar müteessir
değildi;
Kundurası
vurmadığı zamanlarda
Anmazdı ama Allahın
adını,
Günahkar da
sayılmazdı.
Yazık oldu
Süleyman Efendi'ye.
Ve
sonra anlattı:
İstanbul'daki ecza
laboratuarlarından
biri, satışa
çıkaracağı nasır
ilaçlarının
ambalajına bu şiiri
koymak istiyor,
Orhan'a da epeyce
bir para teklif
ediyormuş. 'Kabul
etmedin mi yoksa?'
diye sordum. O vakit
birden ciddileşti:
'Ben ne yaptığımı
biliyorum, dedi. O
şiir nasır
ilaçlarının
kutularına değil,
bir gün batı
edebiyatı
antolojilerine
girecek.'..."
(Kitabe-i Seng-i
Mezar'ı daha önceden
de okumuşsunuzdur
belki, peki ya
Kitabesiz Seng-i
Mezar'ı biliyor
musunuz? Can
Yücel'in şiirini de
bu sayede yazmış
olalım:
Deniz motoruna
kaptı beni
Getiriyor
götürüyor
Zifiri bir
laciverdiye doğru...
Dalgalar ki
yavaşlayan darbeleri
kalbimin
Vuracak ve
duracak elbet o
ziftli kıyıya
Usuldan usul
çırpıntılar
halinde...
Deniz boku
çakıllardır benim
mezartaşlarım...
Hazır bir
parantez açmış,
konuyu da bölmüşken
parantezi kapatmayı
biraz erteleyerek
lafa devam edeyim;
Yazdıklarının şiiri,
kendisinin de
şairleri
bağlamayacağını
söyleyen Aydın Ufuk
Yücel, Aydının
Sözlüğü başlığı
altında Nasır'a şu
iki dizeyi
yakıştırır:
Ayağımdaki nasıra
benziyorsa eğer
Kahrolsun Faşism.)
Abartıldığını
sanmanızı istemem
ama, Yürük Çelebi,
Akşam gazetesi için
yaptığı röportajda
'Yazık oldu Süleyman
Efendi'ye!'
mısrasıyla ilgili
olarak şunları
sorar, Orhan
Veli'ye:
- Biz bunun halk
tarafından
kullanıldığına sık
sık rastlıyoruz. Siz
de rastlıyor
musunuz?
- Evet, çok.
- Mesela?.. En
garip tesadüf ne
oldu?
- Bir ecnebi
kadın, bunu bana
söyledi. Sonradan
mısraım olduğunu
öğrenip pek şaşmış.
'Ben bunu eski bir
atalar sözü
sanırdım!' dedi.
1947'de Yedigün
dergisi için
röportaj yapan Sait
Faik, Orhan Veli'nin
çok konuşulan bir
diğer dizesini,
'rakı şişesinde
balık olmak'
dizesini sorar.
Orhan Veli'nin
verdiği yanıt şudur:
"O sırada
yoksulluklar içinde
yaşayan bir adamın
hayatını anlatır o
şiir. Böyle bir
insan birçok şey
ister. Esvap ister,
yemek içmek ister.
Bu arada rakı içmek
ister. Bu istek
mübalağalı bir
şekilde
anlatılmıştır."
Bir başka
röportajda, Kemal
Dayan'ın "Balık sizi
şiirlerinizde dahi
alakalandıran bir
şey olduğuna
göre..." lafını
bitirmesine şans
tanımadan konuşur
Orhan Veli: "Durun.
Onun size bir
tarifini yapayım:
Balık, rakı
şişesinde yaşayan
bir mahluktur."
Belli ki sıkılmış
şairimiz bu sorudan,
çünkü her yerde
karşılaşıyor ama,
verdiği en önemli
yanıt
arkadaşlarından
Muvaffak Sami
Onat'ın 10.12.1950
tarihli Zafer
Gazetesi'ndeki
yazısındadır:
"Bir gün
kendisine 'bir de
rakı şişesinde balık
olsam'ı hakikaten
şiir diye inanarak
mı yazdığını
sormuştum. 'Hayır
tabii!' dedi. 'Ama
ne yapayım
görüyorsunuz Yazık
Oldu Süleyman
Efendiye'yi
yazmasaydım asıl
şiirlerim
okunmayacak, kendimi
anlatamayacaktım.
Garip'i o malum ve
meşhur dize okuttu.
Vazgecemediğim'in
okunması için
kitabın sonuna o
deli saçmasını
koymaya mecbur
oldum. Baksanıza
Destan Gibi okunuyor
mu? Bilseydim ona da
böyle acaip bir
mısra eklerdim.' Bu
hareketi ve
sözleriyle Orhan
Veli, sakal
bırakışındaki manayı
da anlatmış
oluyordu. Alay
edilmek, delilikle,
züppelikle itham
olunmak riskini göze
alarak kendisini
okutmayı bildi."
Araya bir sürü
laf girdi ama, asıl
söylemek istediğim
"Orhan Veli en çok
Ahmet Haşim'in şiir
anlayışıyla dalga
geçmiştir" olacaktı.
Yukarıdaki söz
konusu olan meşhur
'Bir de rakı
şişesinde balık
olsam' dizesinde
Ahmet Haşim'in Bir
Günün Sonunda Arzu
şiirinden şu dizeye
bir takılma vardır:
Akşam, yine
akşam, yine akşam
Göllerde bu dem
bir kamış olsam
(Lafa karışıyorum
diye kızmayın lütfen
ama, Ahmet Haşim'in
şiiriyle dalga
geçmeyen kalmamıştır
ki! İşte Can
Yücel'in Kamış
şiirinden iki mısra
"Akşam yine akşam
yine akşam /
Göllerde bu dem
kılkamış olsam.")
Cevdet Kudret,
1959'da kalemle
kağıdı buluşturduğu
Açık, Kapalı adlı
yazıda; Ahmet
Haşim'in dizesinin
de o yıllarda
yadırgandığını
söylerken Orhan
Veli'nin yaptığının
temelinin Halk
şiirinde de
göründüğünü
söyleyerek farklı
bir bakış gösterir:
"Haşim'in
yukarıda adı geçen
şiirinde, güller
altın kuleler, uçan
kuşlar, akşamlar
anlatılırken, şair
uzun bir sıçrayışla:
Göllerde bu dem
bir kamış olsam
deyivermiştir.
İşte bu istek
yadırganmış, mizah
hatta alay konusu
olmuş, ozanın
karikatürleri
çizilmiştir.
Yıllarca sonra Orhan
Veli'nin bir isteği
de Haşim'inki gibi
yadırganmış, şiiri
kapalı görülmüştü.
Ozan, Eskiler
Alıyorum adlı
şiirinde şöyle der:
Şiir yazıyorum
Şiir yazıp
eskiler alıyorum
Eskiler verip
musikiler alıyorum
Bir de rakı
şişesinde balık
olsam.
Eskiler alıp
vermekten söz
ederken birdenbire
'rakı şişesinde
balık olma' isteğine
atlayış okuyucuyu
şaşırtıyor. Çünkü
son dize ile ondan
önceki dizeler
arasında hiçbir bağ
yok. Oysa, bu,
edebiyatımızda
olmadık bir şey
değil. Hep
biliyoruz, Halk
şiirinde, birçok
manilerin ilk iki
dizesiyle son iki
dizesi arasında
anlam bağı yoktur:
Bu dere derin
oldu,
Gölgesi serin
oldu;
Benim sevdiğim
güzel
Ellere gelin
oldu.
Manilerde bir
düşünceden başka bir
düşünceye ansızın
atlayıştan doğan
sürpriz, şaşırtacak
yerde hoşa
gitmektedir. Bu
çeşit atlamalara
bazı türkülerde de
raslıyoruz:
Çanakkale
Türküsü'nde
beyitlerin birinci
dizeleriyle ikinci
dizeleri arasında
anlam bağı yoktur:
Çanakkale içinde
aynalı çarşı,
Ana ben gidiyom
düşmana karşı.
Çanakkale içinde
bir uzun selvi,
Kimimiz nişanlı,
kimimiz evli.
Çanakkale içinde
bir dolu testi,
Analar babalar
umudu kesti.
Türküdeki ana
düşünce, Çanakkale
içinde vurulan
kişinin 'düşmana
karşı gitmesi,
gidenlerin nişanlı
ya da evli olması,
anaların babaların
umudu kesmesi'dir.
Bunlar ikinci
dizelerde
anlatılmıştır.
Birinci dizelerdeki
'aynalı çarşı, uzun
selvi ve dolu
testi'nin bu ana
düşünce ile hiçbir
ilgisi yoktur.
Şiirimizde böyle bir
gelenek bulunduğu
halde, Orhan
Veli'nin 'rakı
şişesinde balık
olma' isteği neden
yadırgandı? Bu,
herhalde
'sıçrayıştan' değil,
isteğin 'garip'
görünmesinden olsa
gerek..."
Yadırgamaları
yadırgama konusunda
yalnız değiliz ama,
yadırgamaları
yadırgamamız bile
yadırganabiliyor...
Ana konumuza,
yani Ahmet Haşim'e
dönersek; bir tek bu
mısra da değil,
01.02.1951 tarihli
Yeni Dergi'de
yayımlanan Canan
şiirinde de Ahmet
Haşim'in bir şiirine
gönderme vardır:
Canan ki
Degüstasyon'a
gelmez,
Balıkpazarı'na hiç
gelmez.
Ahmet Haşim'in
Havuz şiiri de
şöyledir:
Canan ki
gündüzleri gelmez
Akşam görünür
havz üzerinde.
Canan şiirinin
birkaç şekli olduğu
da bir başka gerçek.
Örneğin; Nahit
Hanım'a göre ikinci
mısra "Gece
yarısından sonra hiç
gelmez" şeklindedir;
Asım Bezirci'ye göre
de "Akşamları hiç
gelmez"...
Dalgacı Mahmut da
diyebileceğimiz
yaramaz çocuğun
takılmaları bu
kadarla kalmaz.
Karanfil şiirinde de
Ahmet Haşim
şiirinden karanfil
kokuları alınır:
Hakkınız var,
güzel değildir
ihtimal
Mübalağa sanatı
kadar
Varşova'da ölmesi
on bin kişinin
Ve benzememesi
Bir motörlü
kıtanın bir
karanfile,
<<Yarin
dudağından
getirilmiş>>.
Ahmet Haşim ve
işte O'nun
Karanfil'i:
Yarin dudağından
getirilmiş
Bir katre alevdir
bu karanfil
Ruhum acısından
bunu bildi.
Düştükçe vurulmuş
gibi yer yer
Kızgın kokusundan
kelebekler
Gönlüm ona
pervane kesildi.
Sırf şiirlerine
değil, yazılarına da
konuk ederdi Ahmet
Haşim'i. 1 Haziran
1949 tarihli
Yaprak'ta yayımlanan
İşsizlik adlı
öyküsünde Erdoğan
adlı bir gençle olan
konuşmalarını yazar:
"Erdoğan biraz
şiirle uğraşmalı.
Yazmamalı da,
konuşmalı. Ara sıra
mısralar okumalı. Ne
iyi olurdu! Onunla
hep şiirden söz
açardık. O, ihtimal,
giyimi kuşamıyla
modern bir genç
olmasına rağmen,
kafasıyla bir hayli
eski olacaktı.
Mesela şair olarak
Haşim'i severdi.
Hatta Haşim'i
sevmeyi ilerilik
bile sayabilirdi.
Bense Nazım Hikmet'i
severim; bir türlü
anlaşamazdık. O bana
'şiirle maddenin
bağdaşamayacağını,
şiirin, görünmez
parmakların içindeki
tellerden çıkardığı
ilahi nameler
olduğunu' söylerdi.
Zavallı ben, bu
sözlerle ne demek
istediğini sormaya
bile cesaret
edemezdim. Onun
inancını sarsmaya
gücüm yetmezdi ki!
Ama ne olursa olsun,
bütün softalar gibi,
bu delikanlının da
sevimli tarafları
olabilirdi.
Kendisini
öğrendiklerinden
geçirmeye gücüm
yetmeyeceğini
bildiğim halde
onunla şiir
tartışmalarına
tutulmaktan da
kendimi alamazdım.
Benim şair Orhan
Veli olduğumu da
herhalde
öğrenmemeliydi.
Gözünden fena
düşerdim yoksa.
Hatta aleyhimde atıp
tuttuğunu bile
duysam kendimi
tanıtmamalıydım.
Varsın o rahat
konuşsun. Desin ki:
'Orhan Veli mi?
Onlar da mı şair?
Bırak şu bobstilleri
Allah aşkına! Bu
türlü maskaralıklar
Avrupa'da çoktan
geçti. Yazsalar ya
vezinli, kafiyeli
doğru dürüst şiir.
Yazsalar ya! Sıkı
mı? Yazamayınca ne
yapacaklar? Tabii
böyle bin bir
şaklabanlıkla
nazar-ı dikkati
celbetmeye
çalışacaklar. Kolay
iş bunlar, kardeşim,
kolay iş. Halbuki
sanat o kadar kolay
değil.' Varsın
söylesin Erdoğan.
Söylesin. Boşaltsın
içini. Tutup ona
şiir nazariyeleri
dökecek değilim ya!
Hem ne işe yarar
zaten? Karşı
gelebilir miyim
peşin hükümlere?
...
Ara sıra vilayet
merkezinden kamyon
gelir. Kamyoncuya
mektup sorarız;
'Yok!' der. 'İyi su
geldi mi?' deriz;
'Gelmedi!' der.
İshal oluruz. İlaç
ısmarlarız. İlaç
gelinceye kadar
iyileşemeyiz.
Apteshaneler bir
hayli uzaktadır.
Veca ansızın
bastırır. Koşup
apteshaneye gitmek
bir meseledir. Onun
için odalarda oturak
bulundururuz. Ben
Erdoğan'la aynı
odada yatarım.
Akşamları ya kağıt
oynarız, ya şiirden
bahsederiz. O yine
Haşim'i tutturur.
Ben kabul etmek
istemem; o kızar. 'Haşim,
Haşim!' derken
birdenbire karnı
ağrımaya başlar.
Oturduğu yerden
'oturak' diye
bağırarak zor atar
kendini. Telaştan
yüzü mosmor
kesilmiştir.
Karyolanın altından
oturağı çeker;
oturur üstüne.
Yüzüne hemen bir
sükunet gelir.
Rahatlar. Biraz
evvelki karın
ağrısını bir anda
unutur. Gözleri,
uzak bir noktada,
dalgın, düşünür.
Sonra bana döner;
bütün fikirlerini
özetleyen bir mısra
mırıldanır: Melali
anlamayan nesle
aşina değiliz."
Orhan Veli neden
Ahmet Haşim'e bu
kadar takılırdı?
Bunun yorumu için de
sözü Asım Bezirci'ye
verelim:
"Elbette, bu şaka
yollu takılmalar
Ahmet Haşim'den çok,
onun kişiliğinde
<<eski şiir
anlayışı>>nı
yıpratmak için
yapılmaktadır.
Böylece Orhan Veli
eskiyle savaşını
şiirleriyle de
yürütmüş olmaktadır.
Ne var ki, bu
davranışın Orhan
Veli'ye -az da olsa-
zararı dokunmuş,
kimi şiirlerini araç
düzeyine
indirmiştir. Ayrıca
yazıyla yapılacak
bir görevin şiirle
yapılması, Orhan
Veli'nin kendi
şiirine ayırdığı
zamanı biraz kısmış,
yıkıcılık eğiliminin
bir süre
yapıcılıktan ağır
basmasına yol
açmıştır."
Lasse Söderberg
tarafından
İsveçce'ye çevirilen
bu acaip mısralar,
bakın İsviçre'den
nasıl tepkiler aldı.
Ülkenin en büyük
gazetesi Dagens
Nyheter'in
eleştirmeni Göran
Greider'in, 15
Temmuz 1991 tarihli
gazetesinde
yayımlanan yazısına
göre sırasıyla
daktilosunun şu
tuşlarına bastığı
görülür:
"Çoğunlukla
Veli'nin şiirleri
öylesine kısa ve her
telden çalıyor ki
ben okur olarak,
onun böylesi bir
yalınlığa cesaret
etmiş olması
karşısında diz
çöküyorum."
