BİR İŞ VAR BU
KAZALARDA
Orhan Veli, ömrü
boyunca kazalardan
bir türlü
kurtulamaz. 5
yaşındayken
dadısının kızarttığı
köftelerden aşırmaya
çalışır ama, çatal
kayar ve kolu
tavanın içine
girerek yanar. Uzun
bir tedaviyle
iyileşir. 7 yaşında
sünnet olmasını
kazadan saymazsak
bile 9 yaşında ağır
bir kızamık
hastalığı geçirir.
12 yaşında Beykoz
çayırında oyun
oynarken diz
kapağını dikenli
tele takınca ağır
şekilde yaralanır.
13 yaşındayken,
yirmi yaşındaki
hizmetçileri
Fatma'yı Flober
tabancasıyla
korkutmak ister,
tabancayı şeytan
doldurmuştur ve genç
kız ağır şekilde
yaralanır.
17 yaşında
yakalandığı kızıl
hastalığı, çocukluk
ve gençlik
yıllarındaki ufak
tefek sıyrıklar,
kesikler 1939daki
trafik kazasının
yanında hiçbir şey
sayılmaz. 25
yaşındadır ve en
yakın
arkadaşlarından
Melih Cevdetin
kullandığı araba,
Ankarada Çubuk
Barajı tepesinden
aşağı
yuvarlanmıştır.
Yirmi gün komada
Numune Hastanesi'nde
yatar.
29 yaşındayken attan
düşer. Bir kaç günde
iyileşir.
Bir başka kazada ise
yalnız değildir.
Ahmet Hamdi Tanpınar
ile Sarıyerde kayık
sefası yaparken,
kayık devrilir,
denize düşerler.
Onun kayığı bilerek
devirdiğini,
amacının "haber
olmak" olduğunu
iddia eden kalemler
bulunsa da, onlar
hiç kayığa
binmemişlerdir.
Binselerdi;
sandaldaki
arkadaşına belli
etmeden (hatta belli
ederek de) sandalı
devirmenin ne kadar
zor olduğunu
öğrenmiş olurlardı.
Papirüs dergisi Ocak
1967 tarihli
sayısını Orhan Veli
özel sayısı yapmış
ve Orhan Veli'nin
kime gönderdiğini
yazmadıkları üç
mektup
yayımlamışlardır.
İşte bunlardan
15.7.1947 tarihli
olanı:
"Senin duyduğun gibi
ben denize
sarhoşlukla düşmüş
değilim. Bir akşam
Büyükdere
rıhtımından Ahmet
Hamdi bey, Fuat
Ömer, karısı, kız
kardeşi, bir de ben
kayığa biniyorduk.
Tekne, ufacık bir
tekne; hepimiz
bindik. Son olarak
Meziyet Hanım
binecekti. Kayığın
tam kenarına bastı.
Deniz seviyesiyle
bir olan kenardan su
dolmaya başladı.
Kayık da hemen
battı. Yalnız ben
değil, hepimiz suya
döküldük. Son
günlerde gazetelerin
bahsettiği hadise
işte budur. Sen bu
hadiseyi işin biraz
da eğlenceli
tarafını düşünelim
diyerek
hatırlıyorsun.
Bilmem ki pek mi
eğlenceli. Herhalde
görülecek bir tarafı
da var. Hamdi bey o
sırada baş üstünde
yatmış, yıldızları
seyrediyordu. Ben
telaşla 'Hocam
batıyoruz' deyince,
o, yattığı yerden
'Aman! ben yüzme
bilmem, beni
kurtarın!' diye
bağırmaya başladı.
İşin asıl kötüsü
Hamdi bey o gece
İstanbul'a dönmek
mecburiyetindeydi.
Halbuki hepimiz
denizden sırılsıklam
çıktık.
Elbiselerimiz de
ertesi gün olmadan
kurumadı."
Hayatının en önemli
kazası ise 10 Kasım
1950de gerçekleşir.
Ankarada,
gece evine giderken,
belediyenin açtığı
bir çukura düşer.
Çukurdan çıktıktan
sonra büyük bir hata
yaparak olayı
önemsemez.
İstanbula gelir. 14
Kasım'da, bir
arkadaşının
evindeyken
fenalaşır. Hastaneye
kaldırılır. Alkol
komasına girdiği
zannedilir.
Ölümünden sonra
yapılan otopside
beyin kanamasından
öldüğü anlaşılır.
Doktorların raporunu
kabul etmeyen Orhan
Veli'nin çocukluk
arkadaşı Halim Şefik
de bir Otopsi yapar.
Eh! kılavuzu şair
olanın, kulaklarının
şiirden kurtulmaması
gibi, bir şairin
Otopsi'si de ancak
şiirle yapılır:
Morgta açılınca
kafatası
Doktor beyler
beyin gördüler
İndirince tenkafesine neşteri
Doktor beyler
yürek gördüler
Yürekte ne
gördüler dersiniz
Yürekte memleket
gördüler
Dünya gördüler
Bir de dost
gördüler
Ama bu işte
doktor beyler
Doğrusu geç
kaldılar
Çok geç kaldılar
Tüm bunların yanı
sıra bir kaza daha
vardır ki Orhan
Veliye bir şiir
yazdırtmıştır:
1936 yılında
Ankaraya giden
Orhan Veli uzun bir
süre orada
yaşamıştır ve
İstanbul ile deniz
özlemi, o dönemdeki
şiirlerine
yansımıştır.
Seyahati çok seven
Orhan Veli, kimi
zaman bir - iki
günlüğüne bile olsa
İstanbula kaçar.
İşte bu hafta
sonlarından birinde
İstanbula gelen
Orhan Veli, Haremde
otobüsten indikten
sonra Üsküdara
doğru yürümeye
başlar. Kız
Kulesine birkaç
şiir okuyarak selam
verir. Sabahın erken
saatlerinde
şarkılar, söyleyip
ıslık çalarak
Üsküdara ulaşır.
Kalkmakta olan bir
motora biner,
Beşiktaşa ulaşmak
için. Kısa süren
yolculuk sırasında
İstanbulu ne kadar
çok özlediğini daha
iyi anlar.
Dayanamaz, elini
denize sokar. Müthiş
bir duygudur bu
Onun için.
Ki bunu 1950 yılında
yazdığı Denize Doğru
adlı "şairane bir
yazı"da da
belirtmiştir: "Bir
yıl deniz görmesem
bir hoş olurum"
diyerek denize olan
sevgisini anlatan
Orhan Veli,
devamında şunları
yazar: "Buraya
geleli üç gün oldu.
Ama şöyle bir kıyıya
gidip o yosun
kokusunu
koklayamadım. Şöyle
bir eğilip elimi
suya değdiremedim. O
eski hasret hep
içimde."
Denizi avucuna
sığdırmak
istercesine suyla
doldurur avucunu.
Koklar ve yüzüne
çarpar. Onun tüm
yorgunluğunu
almıştır bu bir avuç
deniz.
Motor iskeleye
yaklaşmıştır bu
sırada. Bir an önce
kıyıya çıkıp,
özlediği İstanbulun
sokaklarında
dolaşabilmek için,
yeterliliğine
inandığı bir
yakınlığa gelince
iskeleye atlar.
Köşeleri oldukça
aşınmış olan
iskeleye önce sol
adımını basar ama,
basmasıyla kendini
motorla iskele
arasında bulur. Sol
eliyle iskeleye, sağ
eliyle motora
tutunmuştur.
Motordakiler de
motorun iskeleye
çarpmasını ve Orhan
Velinin arada
sıkışmasını
önlerler.
Çevredekiler Orhan
Veliyi kurtarmaya
çalışırken, O,
kahkahalarla gülmeye
başlar. Önce
kalçalarına kadar
girdiği denize,
sonra gökyüzüne
bakar. Ardından
kendisini kurtarmaya
çalışanlara iki soru
sorar: "Her gün bu
kadar güzel mi bu
deniz? Böyle mi
görünür gökyüzü her
zaman?"
Kimse Onun bir şair
olduğunu bilmez.
Şaşkınlıklarını bir
yana bırakarak Onu
zorla karaya
çıkarırlar. Hatta
belki de "bir deli
yüzünden fazla zaman
kaybetmeyi"
istemezler. İskelede
bir kenara oturan
Orhan Veli, Bir İş
Var adlı şiirinin
devamını yazar.
Her gün bu kadar
güzel mi bu deniz?
Böyle mi görünür
gökyüzü her zaman?
Her zaman güzel
mi bu kadar,
Bu eşya, bu
pencere?
Değil,
Vallahi değil;
Bir iş var bu
işin içinde.
|