SANDIK VE HORTLAK
182. (*) senesi, güzel bir güzel bir mayıs sabahı, don Blas
Bustos Mosquera, arkasında on iki atlı Granata'ya bir fersah mesafedeki Alcolote
köyüne giriyordu. Onun geldiğini gören köylüler kendilerini evlerine dar atıp
kapılarını kapattılar. Kadınlar Granata'nın bu zalim polis müdürüne
pencerelerinin ufacık bir köşesinden korkuyla bakıyorlardı. Allah onun
gaddarlığını, yüzüne ruhunun şeklini vermekle cezalandırmıştı. Altı karış
boyunda, kara ve müthiş derecede zayıf adamdı.. Üst tarafı bir polis müdürüydü
ama, Granata piskoposu olsun, vali olsun, karşısında tirtir titrerdi.
Napoléon'la büyük bir harbe girmişlerdi. Öyle şanlı bir harpti ki
tarhi on dokuzuncu asrın İspanyol milletini Fransızlardan sonra en iyi yere
koyacak, onu gelecek nesillere bütün Avrupa milletlerinin üstünde bir millet
diye tanıtacaktı. Don Blas bu harbin en yaman çete reislerinden biri oldu.
Çetesi günde en aşağı bir Fransız öldürmezse yatakta yatamazdı; adi böyleydi.
Ferdinand döndükten sonra onu kürek mahkûmu olarak Ceuta'ya
yolladılar. Orada müthiş bir sefalet içinde sekiz sene kaldı. Gençliğinde
rahiplik mesleğine girmiş sonra da ayrılmış olmakla itham ediyorlardı. Bir
aralık, nasıl olduysa oldu, affedildi. Don Blas şimdi sukûtiyle meşhurdur; hiç
konuşmaz. Oysa ki bir zamanlar nüktedanlığiyle anılırdı. Esirlerini astırmadan
önce onlara ne alaylı sözler söylerdi. Bütün İspanyol odrularında hep onun
hikâyelerini anlatırlardı.
Don Blas, vaşak gözü gibi gözleriyle sağındaki solundaki evlere
bakarak, Alcolote'un ana caddesinden ilerliyordu. Tam kilisenin önünden
geçerlerken çanlar çalıyordu. Altından paldır küldür atladı, kiliseye koştu,
mihrabın yanında bir iskemle bulup oturdu. Jandarmalarından dördü daha
iskemlesinin etrafında diz çöktüler; ona bakıyorlardı. Bakışlarında hiç dindar
adam hali yoktu. Korkunç gözlerini birkaçadım ötesinde vecd içinde dua eden bir
delikanlıya dikmişti. Delikanlının çok kibar bir görünüşü vardı. "Allah, Allah,
dedi, haline tavrına bakarsan pekâlâ kibar bir insan; bu kadar kibar olsun da
ben tanımayayım, bu çocuk, ben geldim geleli, Granata'da görünmesin; saklanıyor,
demek."
Don Blas adamlarından birine eğildi, delikanlıyı kiliseden çıkar
çıkmaz yakalamalarını emretti. Kendisi de âyinin bitmesine yakın çıktı, Alcolote
hanına gidip büyük salona kuruldu. Az sonra delikanlı, şaşkın bir halde
çıkageldi.
- İsminiz?
- Don Fernando de la Cueva
Delikanlıyı yakından görünce, Don Blas'ın alaycı zekâsı haince
faaliyete geçti. Don Fernando'nın harikulâde güzel bir yüzü olduğunu o vakit
farketmişti çünkü. Sarışındı, fena bir vaziyette olmasına rağmen hatlarının
ifadesi son derece yumuşaktı. Don Blas onu, rüyada gibi seyrediyordu. Nihayet: "Cortèse'lerde
ne işiniz vardı?" diye sordu.
- 1825'te Sevilla kolejindeydim. On beş yaşındaydım o zaman;
şimdi de on dokuzundayım.
- Ne ile geçiniyorsunuz?
Delikanlı sualin kabalığı karşısında sarsıldı; ama itiraz da
etmedi; dedi ki: "Babam, kıral don Carlos Cuarto'nun ordusunda subaydı. (don
Carlos da, Allah rahmet eylesin, iyi kıraldı ya) bana bu köyün yanıbaşında biraz
arazi bıraktı. On bin réal kadar bir para getiriyor. (1) Üç hizmetkârımla
beraber kendim ekip, kendim biçiyorum.
- Size gayet sadıktırlar tabii.
Sonra acı bir gülümseyişle ilâve etti;
- Çetelik için biçilmiş kaftan. Atın içeri, bir odada tek başına
olacak. Kalktı, mahkûmunu adamlarının ellerine bırakıp çekildi, gitti. Birkaç
dakika sonra, don Blas kahvaltı ediyordu; kendi kendine: "Altı ay yatsın da
içerde biraz imana gelsin, dedi, o güzel renk, o taze eda, o küstah gülümseme ne
imiş anlasın."
Yemek salonunun kapısında nöbet bekliyen süvari birdenbire
tüfeğini çıkardı. İçeriye girmek için yol arıyan bir ihtiyarın önüne uzattı.
İhtiyar, oraya kadar, elinde bir tabak taşıyan bir aşçı yamağının peşine takılıp
da gelmişti. Don Blas hemen kapıya koştu. İhtiyarın arkasında, Fernando'yu bile
unutturacak kadar güzel, bir genç kız görmüştü.
İhtiyara doğru;
- Bir lokma yemeği insana rahat yedirmezler, diye bağırdı; girin
içeri, ne istiyorsunuz?
Don Blas genç kızdan gözlerini alamıyordu. Alnında, gözlerinde
İtalyan mektebinin o güzel madonnalarında görülen masumiyeti görüyor, onların
yüzlerindeki ilâhi nuru bulunuyordu. Ne yemeğini yiyebiliyor, ne de ihtiyarı
dinliyebiliyordu. Nihayet rüyalarından silkindi; ihtiyar, Ferdinando de la
Cueva'nın serbes bırakılmasını üçüncü, belki de dördüncü defa olarak rica
ediyordu. Delikanlı kapıda bekliyen kızının, Inès'in uzun zamandır nişanlısıydı;
bu pazara da düşünleri yapılacaktı. Bunu duyar duymaz zalim polis müdürünün
gözleri öyle görülmemiş bir tarzda parladı ki, Inès'in de, babasının da
yürekleri ağızlarına geldi. İhtiyar devam etti:
- Biz Allahtan çok korkarız. Gerçek sülâlem asîldir ama, ne
elimizde kaldı ne avucumuzda. Bu itibarla don Fernando kızım için iyi bir
kısmet. Ne Fransızlra zamanında, ne daha önce, ne de daha sonra mevki sahibi
olamadım. Don Blas sinsi sukûnetini hiç bozmuyordu. İhtiyar: "Ranata
kırallığının en eski ve en asil ailelerinden birine mensubum, dedi." Sonra içini
çekerek ilâve etti.
İhtilâlden evvelki; bir gün, söylediklerimi dinlemiyen bir
keşişin kulaklarını kesmek zorunda kaldım. İhtiyarın gözleri yaşardı. Sıkılgan
Inès, koynundan, madonna del Pilar'ın elbisesine sürülerek takdis edilmiş bir
zincir çıkardı; güzel elleri, sinirli sinirli, ucundaki haçla oynuyordu. Zalim
Don Blas'ın gözü genç kızın ellerindeydi. Sonra da vücudunun, biraz kuvvetli bir
vücut olmasına rağmen enikonu biçimli olduğunu farketti.
Kendi kendine: "Hatları son derece düzgün, diye düşündü. Bu ilâhi
güzelliği ondan başka kimsede göremedim."
Nihayet ihtiyara:
- Peki, don Jaime
Arregui mi sizin adınız?
- Evet, don Jaime
Arregui.
- Yetmiş yaşında
mısınız?
- Altmış dokuz.
Don Blas, içinin
ferahladığı yüzünden okunur bir halde:
- Demek ki o
sizsiniz, dedi, ne vakittir sizi arıyordum. Haşmetpenahınız lûtfettiler,
emirleriyle size, eski hizmetlerinize karşılık, senede dört bin réallik bir maaş
bağlanıyor. Bu maaşın ilk iki senelik taksitini yarın öğle vakti Granata'da
teslim edeceğim. Size o arada babamın, bir zamanlar Vieill Castille'in zengin
çifçilerinden biri olduğunu, sizin gibi eski bir Hıristiyan olduğunu, kendimin
de hiçbir vakit keşişlik mesleğime girmediğimi göstereceğim. Hakkımdaki
isnatlarınız böylece suya düşecek.
İhtiyar asilzade
söylenen saatte söylenen yere gitmemezlik edemezdi. Evinde bir kızından başka
hiç kimsesi yoktu. Onu da, Granata'ya gitmeden evvel, götürdü, köy papasının
yanına bıraktı; bir daha da hiç görüşmiyeceklermiş gibi tembihlerde bulundu. Don
Blas Bustos, ihtiyarı iki dirhem bir çekirdek karşıladı. Göğsüne bir nişan
takmıştı. Üzerinde iyilik etmek istiyen eski, terbiyeli bir asker hali vardı;
yerli yersiz boyuna gülüyordu.
Cesaret
edebilseydi, don Jaime, don Blas'ın verdiği bu sekiz bin réal'i almıyacaktı;
öğle yemeğine de istemiye istemiye orada kaldı. Yemekten sonra zalim polis
müdürü ona bütün beratlarını, nüfus kâğıdını, kürek mahkûmiyetinden kurtulmasını
temin eden hücceti gösterdi. Bu hüccet onun hiçbir vakit keşişlik mesleğine
girmediğinin ıspatıydı.
Don Jaime hep,
bir aksilik çıkmasından korkuyordu. Nihayet don Blas "kırk beş yaşındayım, dedi;
elli bir réal kazandıran şerefli bir mevkiine sahibiyim. Ayrıca Napoli
Bankasından bin once'lık bir gelirim var. Kızınız dona Inès Arregui ile evlenmek
istiyorum."
Don Jaime sarardı.
Bir an ikisi de sustular. Sonra tekrar don Blas başladı: "Sizden saklıyacak
değilim; don Fernando de la Cueva çirkin bir hadisede parmağı olmakla lekeli.
Emniyet nazırı harıl harıl onu arattırıyor. Garrote (2) cezasıyla cezalandırmayı
düşünüyorlar; hiç değilse kürekle. Ben sekiz sene çektim, bilirim. İnanın bana,
ölümden beterdir." Bu sözleri söylerken ihtiyarın kulağına yaklaştı, "nazırdan,
belki de iki üç haftaya kadar don Fernando'nun Alcolote hapishanesinden Granata
hapishanesine nakledilmesi için emir alacağım. Emir, yerine, gecenin geç
saatinde getirilecek. Karanlıktan istifade eder de savuşabilirse, mademki
tanıştık, ahbap olduk, hatırınız için vaziyeti idare ederim. Majorka'ya gitsin
meselâ, ondan sonra artık kimse dil uzatamaz ona."
İhtiyar asîlzade hiç
cevap vermedi; perişan bir haldeydi. Köyüne nasıl döndüğünü bilemedi. Polis
müdüründen aldığı para içine dehçet veriyordu. Kendi kendine: "Bu mu, diyordu,
kızımın nişanlısı, dostum don Fernando'nun kanının bedeli?"
Köy papazının evine
geldiği zaman Inès'in kollarına atıldı:
-Kızım, diye
bağırdı, keşiş seninle evlenmek istiyor.
Inès babasının göz
yaşlarını sildikten sonra ondan izin istedi, akıl danışmak üzere kiliseye papazı
görmeye gitti. Papaz, günah çıkarma iskemlesindeydi. Durumundan ve yaşından
ötürü nasırlaşmış olan hassasiyetine rağmen papaz ağladı. Neticede şuna karar
verdiler: don Blas ile evlenmek, yahut da gece yarısı kaçmak lâzımdı. Bu
takdirde dona Inès'le babası Cebelüttarık'a gidecekler, oradan da bir gemiye
atlayıp İngiltere'ye kaçacaklardı. Inès:
- Peki ama, orada ne
ile geçineceğiz, diye sordu.
- Evinizle bahçenizi
satabilirsiniz.
Genç kız göz yaşları
içinde:
- Kim satacak? dedi.
Papaz cevap verdi:
- Biraz birikmiş
para var; beş bin réal kadar tutar; size onu vereyim, kızım. Hem de memnuniyetle
veririm. Don Blas Bustos'la evlenmeniz hakkında hayırlı olmıyacaksa,
memnuniyetle veririm.
On beş gün sonra
Granata'nın bütün zaptiyeleri, sırtların büyük üniforma, o kasvetli Saint -
Dominique kilisesini çepçevre sarmışlardı. Herkes, öğle sıcağında akın akın
oraya gidiyordu. Fakat o gün, davetlilerden başka hiç kimse içeri girmeyi göze
almıyordu.
Yüzlerce mumun
aydınlattığı bu kenar mahalle kilisesinde mumlardan çıkan ışık karanlığı ateşten
bir yol gibi deliyordu. Uzakta, mihrabın basamağında diz çökmüş bir adam
görünüyordu. Etrafındakilerin hepsinden daha heybetli bir hali vardı. Dindar bir
eda ile önüne iğilmiş ve zayıf kollarını, çaprazlama, göğsünün üzerine
kavuşturmuştu. Biraz sonra ayağa kalktı. Üzerinde türlü süslerle donatılmış bir
elbise vardı. Elini genç kıza uzattı. Kızın genç, körpe hali onun sakilliğiyle
görülmemiş bir tezat meydana geiriyordu. Genç zevcenin gözlerinde yaşlar
parıldadı. Çizgilerinin, bütün ıstırabına rağmen değişmiyen ifadesi, yüzündeki o
melek yumuşaklığı kilisenin kapısından arabaya binerlerken herkesin gözüne
çarptı.
Doğrusunu söylemek
lâzımsa don Blas evlendiğinden beri biraz insaflı olmuştu; idamlar eskisi kadar
sık değildi. Meselâ, mahkûmlarını habersiz olarak arkadan vurdurtmuyordu da
sadece astırıyordu. Yahut, öldüreceği insanlara, ölmeden evel; gidip bir defa
ailelerini görmeleri için müsaade ediyordu. Bir gün, karısına, onu deli gibi
sevdiğini söyledi, "Bu Sancha'yı kıskanıyorum, istemiyorum onu" dedi.
Sancha denilen kız,
Inès'in hem süt kardeşi, hem de arkadaşıydı. Don Jaime'in yanında uzun zaman
kızının oda hizmetçisi olarak kalmış, Inès Granata'da oturmak üzere buraya
geldiği zaman, o da bu saraya, Inès'in peşi sıra, yine aynı ünvanla gelmişti.
Don Blas devam etti. "Yanınızdan ayrıldığım zaman, Inès, siz bu Sancha ile baş
başa kalıyorsunuz. O hoş bir kız, sizi eğlendiriyor; oysa ki ben bir sürü tatsız
işi başından aşkın, ihtiyar bir asker. Ne inkâr edeyim, pek şirin değilim; bu
Sancha, o alaycı güler yüzüyle, beni sizin gözünüze bir misli daha ihtiyar
gösterir. Alın, işte kasamın anahtarı. Ona oradan istediğiniz kadar para verin;
isterseniz hepsiniverin; tek gitsin buradan, kaybolsun, gözüm görmesin onu
artık."
Akşam, çalışma
odasına girdiği vakit, don Blas'ın ilk gördüğü insan Sancha oldu; kızcağız her
zamanki gibi işiyle gücüyle meşguldü. Don Blas'ın onu görür görmez, tüyleri
diken diken olmuştu. Hızla kıza yaklaştı, gözlerini dikip hain hain ona baktı.
Bu İspanyollara has bir bakıştı; içinde korku da vardı, cesaret de, kin de.
Biraz sonra gülümsedi: "Sevgili Sancha, dedi, dona Inès size on bin real
verdiğimi söyledi mi?"
Sancha, gözleri don
Blas'ın üzerinde:
- Ben hanımımdan
başk hiç kimseden hediye kabul etmem, diye cevap verdi.
Don Blas karısının
odasına girdi. Karısı yekten: "Şu anda Torre - Vieja hapishanesinde kaç mahkûm
var?" diye sordu.
- Zannederim,
mahzenlerde otuz iki, üst katlarda da iki yüz altmış kişi var.
- Onları azadedin, o
zaman ben de dünyada edinebildiğim tek dostumdan ayrılırım.
- Benden iktidarımın
dışında bir olan bir şeyi istiyorsunuz, dedi. Don Blas bu sözden sonra, bütün
gece, bir tek kelime bile söylemedi. Inès, lâmbasının ışığında çalışırken ara
sıra ona bakıyor, zaman zaman renkten renge girdiğini görüyordu. Nihayet işini
bıraktı, duaya başladı. Ertesi gün, yine aynı sükût. Gece, Torre - Vijea
hapishanesinde bir yangın çıktı. Mahkûlardan yalnız ikisi öldü; ötekiler polis
müdürüyle jandarmaların bütün gayretlerine rağmen kaçmaya muvaffak oldular.
Inès hiç kimseye
hiçbir şey söylemedi. Ertesi gün, don Blas evine döndüğü zaman Sancha'yı
görmedi, karısının boynuna sarıldı.
Torre - Vieja
yangınının üstünden bir buçuk sene geçmişti. Granata'nın bir saat cenubunda
dağlar arasında kurulmuş Zuia kasabasının en biçimsiz hanının kapısında duran
bir attan toz toprak içinde bir yolcu indi. Alcolote şimalde kalıyordu.
Granata'nın bu güzel
kasabası, âdeta, Andalusya'nın çölleri ortasında mesut bir vaha idi. Burası hâlâ
İspanya'nın en güzel beldesidir. Ama acaba yolcu buraya, sırf merakından dolayı
mı gelmişti? Kılığına kıyafetine bakılacak olursa, Katalonyalıya benziyordu.
Majorka'dan aldığı pasaportu Barsalona'da vize edilmişti. Çünkü oradan çıkmmıştı
karaya. Biçimsiz hanın sahibi çok fakir bir adamdı. Katalonya'lı yolcu ona don
Pablo Rodil adını taşıyan pasaportunu uzatırken mânalı mânalı bir baktı, hancı:
- Evet, beyzadem,
dedi. İsmi âlinizi, Granata polisine sordukları takdirde bildireceğim.
Yolcu, bu güzel
memleketi görmek istediğini söyledi. Her sabah güneşin doğmasından bir saat
evvel çıkıyor, ta öğle sıcağına kadar dönmüyordu. Döndüğü zaman herkes ya
yemekte oluyor, yahut da öğle uykusuna yatmış bulunuyordu.
Don Fernando saatlerce, üstü taze mantar ağacı filizleriyle
örtülü, bir tepede kalıyordu. Oradan, Granata'nın şimdi don Blas'la Inès'in
oturdukları, esk engizisyon sarayını görüyordu. Gözlerini, evlerin ortasında bir
dev gibi yükselen bu sarayın, kararmış duvarlarından bir türlü ayırmıyordu.
Majorka'dan ayrılırken, don Fernando kendi kendine, Granata'ya girmiyeceğim diye
yemin etmişti. Ama bir gün dayanamadı; gideyim, dedi, şu sarayın sokağından bir
geçeyim. O dar sokakta, tam sarayın karşısında bir kunduracı dükkânına girdi.
Orada biraz fazlaca kalıp kunduracı ile çene çalmak için de bir bahane buldu.
Kunduracı ona dona Inès'in dairesinin pencerelerini gösterdi. Bu pencereler
ikinci kattaydı, eni konu da yüksekti.
Öğle istirahati zamanı gelince, Fernando, kalbi kıskançlığın
zehiriyle dolu, tekrar Zuia'ya doğru yola çıktı. Bir aralık içinden evvelâ
Inès'i buçaklamak, sonra da kendini öldürmek arzusu geçti. Öfkesiyle
söyleniyordu. "Zayıf, korkak kadın onu sevebilir de... Hele bunu bir de vazife
sayarsa." Bir köşe başında Sancha'ya rasgeldi. Sanki ona söylemiyormuş gibi:
- Hayır, dostum, yaklaşma, dedi. Adım don Pablo Rodil, Zuia'da,
Ange hanında kalıyorum; yarın, akşam çanları çalarken, büyük kilisenin yanında
bulunabilir misin?
Sancha da hiç ona bakmadan cevap verdi:
- Bulunurum.
Ertesi gece, don Fernando, Sancha'yı gördü, ağzını bile açmadan
hanına doğru yürüdü. İçeriye, peşi sıra Sancha da girdi; hiç kimseye
görünmemişti. Fernando kapıyı kapattı. Gözleri yaşararak:
- Ee? diye sordu.
Sancha cevap verdi:
- Artık onun yanında değilim.
On sekiz ay
oluyor beni çıkaralı. Hiçbir sebep yoktu çıkarması için, bir şey de söylemedi.
Vallahi, don Blas'ı seviyor galiba.
Don Fernando, göz
yaşlarını silerek:
- Don Blas'ı
seviyor mu? diye bağırdı, bu da mı gelecekti başıma?
- Bana yol
verdiği gün çok yalvardım. Ayaklarına kapandım. Kabahatimi söylemesi için.
Kısaca: "Kocamın arzusu böyle!" diye cevap verdi. Başka bir lâf söylemedi.
Dindarlığını bilirsiniz. Bir de şimdi görün onu; ömrü günü ibadetle geçiyor.
Don Blas
baştakilere yaranmak için, kendi oturduğu engizisyon sarayının yarısını,
clariste (3) kadınlara tahsis etmişti. Kadınlar orada yerleşler. Dona Inès'i
mihrabın önünde elinizle koymuş gibi bulurdunuz. Orada diz çöküyor, durmadan
ibadet ediyordu. Don Fernando:
- Demek Don
Blas'ı seviyor, dedi.
- Beni
kovduğundan bir gece evveldi, dedi ki bana...
Fernando onun sözünü
kesti:
- Neşeli mi?
- Ayrıca neşeli
değil, ama sessiz sedasız yaşıyor işte. Sizin tanıdığınız zamankinden çok
farklı. O eski hoppalıklarından, delişmenliklerinden eser kalmadı; hani köy
papazı takılırdı ara sıra.
Don Fernando odanın
içinde geniş adımlarla dolaşmaya başladı:
- Alçak, dedi, bana
verdiği yeminleri nasıl da tutuyor. Demek ki beni bu kadar seviyormuş. Bir parça
üzülmek yok ha. Halbuki ben...
Sancha devam etti:
- Efendimize dediğim
gibi, ayrıldığımdan bir gece evveldi, dona Inès benimle tatlı tatlı konuştu;
gayet iyiydi; aynen eskiden Alcolote'ta olduğu gibi. Ama ertesi gün, bir "Kocam
istiyor"dur tutturdu; elime, imzalayıp bir de kağıt tutuşturdu; o kağıt
sayesinde sekiz yüz réal'lik bir maaşım var şimdi.
Don Fernando:
- Versene bakayım şu
kâğıdı bana, dedi.
Inès'in imzasını
öptü öptü.
- Benden bahsetmiyor
mu?
- Hiç. Hem de o
kadar hiç ki bir seferinde ihtiyar don Jaime bile, benim önümde, o kadarsevimli
bir ahbabını unuttuğu için kendisine sitem etti. Benzi kül gibi oldu, cevap
falan vermedi. Babasını kapıya kadar geçirir geçirmez, döndü kapanıp ibadete
başlamak için sarayın kilisesine dar attı kendisini.
- Ben de budalanın
biriyim, işte bu kadar. Şimdiden sonra nasıl nefret edeceğim ama ondan. Artık
lâfını etmiyelim, Sancha... Ne iyi etmiş de Granata'ya gitmişim, yine ne iyi
olmuş da sana rastlamışım... Ee, sen ne yapıyorsun bakalım?
- Granata'nın yarım
saat öresinde Albaracen köyü var, orada yerleştim, öte beri alıp satıyorum.
Sesini alçaltarak devam etti, iyi İngiliz malları geçiyor elime. Alpujarres
kaçakçıları getiriyorlar. Sandıklarımda iki bin réallikten fazla mal var. Hasılı
mesudum.
- Anlıyorum,
Alpujarres dağlarının efelerinden bir dostun var. Artık seni görmem. Al şu saat
de benim yadigârım olsun.
Sancha gidiyordu,
Fernando onu tuttu: "Gitsem bir görünsem ona, ne yapar acaba?" dedi.
- Kaçar; belki de
kendini pencereden atacaktır. Ama sakın yapmayın. Sancha biraz daha Fernando'ya
sokularak devam etti, istediğiniz kadar kıyafet değiştirin, gene de, boyuna evin
etrafında nöbet bekliyen sekiz on tane hafiyesi sizi yakalayıverir.
Don Fernando bu
pısırıklığından utandı, başka bir tek kelime ilâve etmedi. Ertesi günden tezi
yok, tekrar Majorka'ya hareket etmeye karar verdi.
Sekiz gün sonra,
nasılsa, Albarcen köyüne bir yolu düştü. Eşkıyalar vali O'Donnel'i yakalamışlar,
bir saat çamurun içinde yüzü koyun yatırmışlardı. Don Fernando o esnada telâşlı
telâşlı koşan Sancha'yı gördü. Sancha, ona:
- Şimdi sizinle
konuşacak vaktim yok, evime gelin, diye bağırdı.
Sancha'nın dükkânı
kapalıydı, kendisi de ipek kumaşlarını kara meşeden yapılmış büyük bir sandığın
içine tıkıştırmakla meşguldü. Fernando'ya:
- Belki de bu akşam
basılacağız, dedi. Bu haydutların reisi, benim kaçakçının düşmanıdır. İlk talan
edilecek yer bu dükkân olacaktır. Şimdi Granata'dan geliyorum. Kim ne derse
desin, bu Inès çok iyi bir kadın; mallarımın en iyilerini odasında saklıyacak;
don Blas kaçak malla dolu olan bu sandığı görmiyecek. Bir aksilik olur da
görüverirse, o zaman dona Inès bir bahane bulup onu yatıştıracaktır.
Tüllerini, şallarını
yerleştirmekte acele ediyordu. Don Fernando onu seyrederken birdenbire sandığın
üzerine atıldı, bütün tülleri dışarı fırlattı, onların yerine, sandığın içine
kendisi girdi.
Sancha korktu,
afalladı:
- Siz deli misiniz?
dedi.
- Al şu altınları;
ama ben de bu sandık Granata'daki engizisyon sarayına girmeden, buradan
çıkarsam, Allah beni kahretsin. Mutlaka görmek istiyorum onu.
Sancha, o müthiş
korkusu içinde, bir sürü şeyler söyledi, don Fernando hiçbirini dinlemedi. Bir
şeyler daha söyliyecekti, o sırada içeriye Zanga girdi. Zanga Sancha'nın
amcasının oğluydu, hammallık ederdi, bugün de sandığı katırına yükleyip
Granata'ya götürecekti. İçeri girerken çıkardığı gürültüyü duyunca, don
Fernando, sandığın çarçabuk kapağını kafasına kaapttı. Sancha ne olur ne olmaz
diye anahtarla kilitleyiverdi.
Bir haziran sabahı,
saat on bire doğru don Fernando Granata'ya bir sandığın içine girdi,
havasızlıktan ha boğuldu, ha boğulacaktı. Nihayet engizisyon sarayına vardılar.
Zanga merdivenleri çıkmaya başlayınca Fernando bir ümitlendi; her halde sandığı
ikinci kata koyacaklardı; kim bilir, belki de Inès'in odasına.
Kapılar kapanıp da
el ayak çekilince; Fernando, şu kilidi bıçağımla bir deneyeyim bakayım, dedi.
Becerdi de. Sahiden Inès'in odasındaydı; sevincinden âdeta deli olacaktı. Odada
kadın elbiseleri vardı. Karyolanın yanında bir haç gördü. Görür görmez de
tanıdı. Aynı haç bir zamanlar Inès'in Alcolote'deki küçük odasında dururdu. Inès
onı, bir seferinde, şiddetli bir kavgadan sonra odasına getirmiş, sevgilisine
ömrünün sonuna kadar sadık kalacağına dair bu haşın üzerie yemin etmişti.
Hava sonra derece
sıcak, oda karanlıktı. Pancurlar kapatılmıştı. Hind kumaşlarının en
hafiflerinden yapılmış perdeler ta yerlere kadar iniyordu. Odanın içindeki derin
sukût birdenbire bir su sesiyle bozulmuştu. Köşedeki küçük bir fıskıyeden sular
fışkırıyor, biraz yükseldikten sonra siyah mermerden bir havuza dökülüyordu.
O kadar hafif bir
gürültü don Fernando'yu titretti, halbuki o, hayatında hiç değilse yirmi defa en
büyük cesaret imtihanlarını vermişti. Majorka'dayken, çok kere bu odaya nasıl
gireceğini düşünür, onun hayaliyle yaşardı. İşte şimdi o odadaydı. Ama o büyük
saadeti bulamıyordu burada. Gurbette, yerinden yurdundan uzakta yaşıyan,
talihsiz Fernando'nun ruhu sonu gelmiyen felâketlerin azdırdığı çılgın bir aşkla
yorulmuştu.
Şu anda, o kadar
sâf, o kadar mahçup, Inès'in hoşuna gitmemek korkusu tek hissiydi. Biraz sonra,
kilisenin saati ikiyi vurduğu zaman, o derin sessizlik içinde mermer
merdivenlerden hafif bir ayak sesinin yukarıya çıktığını duydu. Bu sesi duyduğu
zaman Fernando az kalsın bayılacaktı. Okuyucularımın, cenup insanlarının o
acayip, o heyecanlı mizaçları hakkında bazı fikirleri olabileceğini tahmin
etmeseydim Fernando'nun o halini ağzıma bile alamazdım. Biraz sonra ayak sesleri
kapıya yaklaştı. Fernando Inès'in yürüyüşünü tanıdı. Vazifelerine bağlı bir
insanın ilk anda duyacağı isyanla karrşılaşmağa cesaret edemedi. Sandığın içine
saklandı.
Sıcak da, karanlık
da müthişti. Inès yatağına uzandı. Biraz sonra don Fernando onun, nefes alış
tarzından, uyuduğunu anladı. O vakit yatağa yaklaşmaya cesaret edebilirdi. Bunca
senedir tek düşüncesi olan Inès'i gördü. Uykusundaki o mâsum, o kendisini
terketmiş hal, içine korku verdi. Bu acayip his, onu iki seneden beri
görmediğini düşündükçe, bütün bütün arttı. Yüzünün çizgilerinde soğuk, nahoş bir
kibarlık ifadesi vardı. Fernando çizgileri tanımıyordu.
Bununla beraber,
yavaş yavaş, ruhunda onu tekrar görmenin saadeti belirmeye başladı. Üzerindeki
yaz elbisesinin yarı dağınık hali o tatsız kibarlık ifadesiyle sevimli bir tezat
meydana getriyordu.
Inès'in, ilk
görüşte, kendisinden kaçacağını iyiden iyiye aklı kesti. Gidip kapıyı kapattı,
anahtarını da yanına aldı.
Nihayet bütün
mukadderatını tâyin edecek an geldi. Inès kımıldandı; uyanmak üzereydi. O anda
Fernando'nun içine bir şey doğdu; gitti. Alcolote'ta iken Inès'in odasında duran
o haçın önünde diz çöktü. Inès gözlerini açtı, fakat henüz uyku sersemiydi.
Birdenbire, Fernando'nun uzaklarda öldüğünü bu haçın önünde gördüğü insanın da
onun hayali olduğunu sandı.
Yatağının önünde
ayakta, elleri birbirine bitişik, bir müddet hareketsiz kaldı. Titrek ve daha
ziyade boğuk bir sesle: "Zavallı bedbaht" dedi. Fernando hep diz çökmüş ve onu
görmek için yarı dönmüş bir vaziyette duruyor, eliyle haçı gösteriyordu. Bir
aralık, teessür içinde, bir kımıldanacak oldu. Inès o vakit tamamıyla uyandı,
işin hakikat olduğunu anladı; fırladı, kapıya koştu; kapı kapalıydı.
"Ne cesaret diye
bağırdı. Çıkınız, don Fernando." Sonra odanın en uzak köşesine, fıskiyenin
bulunduğu köşeye doğru kaçtı. Sinirli bir sesle: Yaklaşmayın, yaklaşmayın,
diyordu, çıkın." Gözlerinde iffetlerin en lekesizi parlıyordu.
- Hayır, sana bir
kaç söz söylemeden, çıkmıyacağım; dinle beni. İki senedir seni unutamadım.
Gözlerimde gece gündüz senin hayalin. Şu haçın önünde ölünceye kadar benim
olacağına yemin etmemiş miydin sen?
- Çıkınız yoksa
şimdi bağıracağım, gelip ikimizi de öldürecekler.
Zile doğru koştu,
fakat Fernando oraya ondan evvel vardı, Inès'i kucakladı, kollarının arasında
sıktı. Don Fernando'nun her tarafı titriyordu. Inès bu hal karşısında
dayanamadı; bütün kuvveti kesildi, bütün hiddeti dağıldı.
Don Fernando kendini
aşk ve şehvet hislerine kaptırmadı. Sevgilisine karşı büsbütün hürmetkâr
davrandı.
Inès'ten daha fazla
titriyordu. Çünkü ona karşı sanki düşmanıymış gibi hareket etmişti. Buna rağmen
içinde ne kızgınlık, ne küskünlük, hiçbir kötü şey bulamıyordu. Inès
- Yoksa, ruhumu
cehennemlik etmek mi istiyorsun? dedi, ama hiç olmazsa bir şeye inan, seni çok
seviyorum, senden başka da kimseyi sevmedim. Evlendim evleneli nefret ettiğim bu
hayatta bir tek dakikam yoktur ki seni düşünmemiş olayım. Unutmak için her şeyi
yaptım; ama olmadı; bu, korkunç bir günah. Ahdimde durmazsam diye korkma,
Fernando'm; böyle bir şeyi aklına getirebilir misin? Şu gördüğün, yatağımın
kenarındaki haça baktıkça, Allah da şahidim ya, gözümün önüne sana verdiğim
sözden, Alcolote'taki o küçük odada elimi bu haça uzatarak ettiğim yeminden
başka hiçbir şey gelmiyordu. Ah, bu, kara yazımız; bunu sonuna kadar çekeceğiz.
Fernando. Bari son günlerimizde mesut olalım.
Bu sözler don
Fernando'nun bütün endişelerini dağıttı. İşte o zaman saadet başladı: "Nasıl?
beni affediyor musun? Beni hâlâ seviyor musun?" Saatler hızla geçiyordu; gün
başlamak üzereydi; Fernando ona, sabahleyin sandığı görünce bu fikrin kendisine
birdenbire nasıl geldiğini anlattı. Oda kapısının dışında olan büyük bir
gürültüyle bu dalgın hallerinden uyandılar. Gürültü don Blas'ın gürültüsüydü.
Karısını almaya geliyordu, beraber akşam gezintisine çıkacaklardı. Fernando,
Inès'e:
- Sıcaklığın
fazlalığından dolayı rahatsız olduğunu söyle, dedi. Ben sandığıma giriyorum. Al
odanın anahtarını; birdenbire açma, daha doğrusu açamıyormuş gibi yap; tersine
falân çevir. Sandığın kilidinin kapandığını duyuncaya kadar oyala.
İstedikleri gibi
oldu; don Blas bu şaşkınlığını sıcağın fazlalığına verdi. "Zavallı dostum" dedi;
onu böyle palas pandıras uyandırdığı için bir sürü aflar diledi; kollarına aldı,
yatağına götürdü, okşadı, sevdi, sandığı görünce gözlerini kırparak: "Bu nedir"
diye sordu. Polis müdürlük damarı birdenbire kabarmış gibiydi. Inès ona sandığın
hikâyesini, Sancha'nın korkularını anlatıncaya kadar o beş altı defa "Böyle bir
şey benim evimde" dedi durdu. Sert bir tavırla:
- Versenize anahtarı
bana, dedi.
- Anahtarı almak
istemedim; belki hizmetçilerinizden birinin eline geçer diye. Reddedişim
Sancha'nın daha çok hoşuna gitti galiba.
Don Blas:
- Durun, dedi.
Şurada tabancaların durduğu sandıkta maymuncuklarım olacak, dünyada
açmıyacakları kilit yoktur.
Yatağın baş ucuna
doğru gitti. Bir kasa açtı; içi silah doluydu; oradan aldığı bir deste İngiliz
maymuncuğuyle sandığa yaklaştı. Inès pencerelerden birinin pancurunu açtı.
Dirsekleriyle pencereye dayanarak dışarıya doğru sarktı; öyle ki don Blas
sandığı açıp da Fernando'yu meydana çıkarır çıkarmaz kendini sokağa
fırlatabilecekti. Don Blas'a karşı sonsuz bir kini olan Fernando bütün soğuk
kanlılığını topladı; hemen aklına bir çare geldi; bıçağının ucunu sandığın
kilidinin içine soktu, don Blas da maymuncuklarıyle boşu boşuna uğraştı, durdu.
Nihayet, doğrularak:
- Acayip, dedi, bu
maymuncuklar beni şimdiye kadar hiç mahcup etmemişti. Sevgili Inès'im, gezmemiz
gecikti; senin yanında da olsam, bu sandık aklımda oldukça, içim rahat
etmiyecek; kim bilir içinde ne var, belki de bir sürü yolsuz evrakla dolu.
Rahip, düşmanım. Ben evde yokken bir baskın yapıp; her tarafı araştırmıyacağını
kim temin eder? Yazıhaneme kadar bir gideyim, yanıma bu işi benden daha iyi
becerecek bir işçi alır, hemen gelirim.
Çıktı. Dona Inès
kapıyı kapatmak üzere pencereden ayrıldı. Don Fernando ona beraberce kaçmayı
teklif etti. Ama bu olmıyacak bir şeydi. Inès: "Sen bu zalim don Blas'ın ne
biçim adam olduğunu bilmiyorsun, dedi, birkaç dakika içinde Granata'dan
saatlerce uzak yerlerdeki adamlarından haberler alır. Ah, ne olurdu seninle
beraber kaçabilseydim. Gider İngiltere'ye, orada yaşardık. Düşün ki bu ev
Tanrını günü en gizli köşelerine kadar karıştırılır. Bununla beraber seni
saklamak için elimden geleni yapacağım; beni seviyorsan ihtiyatlı ol, çünkü sen
ölürsen ben deyaşayamam."
Hızlı hızlı kapıya
vurulunca sustular. Fernando, elinde hançeri, kapının arkasına saklandı; bereket
versin gelen Sancha'ydı. Ona iki kelime ile olanı biteni anlattılar. O. "Ama,
madam, dedi, Fernandı'yu sakladığınız vakit düşünmüyorsunuz ki sandık boş
kalacak, don Blas arayınca biçbir şey bulamıyacak. Bu kadar zamanda ne
konulabilir içine? Ha, az kalsın şaşkınlıkla en iyi haberi söylemeyi
unutuyordum: bütün şehir heyecan içinde, don Blas da son derece meşgul. Granda -
Palace'daki bir kahvede kıraliyetçi bir fedai mebus don Pedro Ramos'a küfretmiş,
o da herifi bıçakladığı gibi öldürmüş. Don Blas'a şimdi, Puerto del Sol'de
rasladım. Etrafı zaptiyelerle doluydu. Siz bari Fernando'yu saklayın, şu
sandığın içine girsin, ben de gideyim Zanga'yı bulayım da gelip sandığı
götürsün. Ama vaktimiz yetecek mi acaba? Siz şu sandığı her şeyden evvel başka
bir yere kaldırın da don Blas benden evvel bir geliverecek olursa hepimizin
öldüğü gündür." Sancha'nın nasihatları sevgililere fazla dokunmadı. Sandığı loş
bir koridora taşıttılar, ondan sonra birbirlerine ayrı geçmiş iki senenin
hikâyelerini anlattılar. Inès diyordu ki don Fernando'ya: Sana hiç sitem
etmiyeceğim. Ne dersen yapacağım. Çünkü artık ömrümüz uzun sürmiyecek gibime
geliyor. Don Blas böyle zamanlarda kendi hayatını da, başkalarının hayatını da
nasıl hiçe sayar bilmezsin. Benim seni gördüğümü anlıyacak, anlar anlamaz da
beni öldürecek."
Bir an, dalgın bir
hallde, düşündükten sonra: "Hoş, yaşasam da ne bulacağım onunla sürülen
hayatta?" dedi. "Yine de günahkâr olacak değil miyim?"
Sonra Fernando'nun
boynuna atıldı: "Şu anda benden daha mesut kadın yok, diye bağırdı, tekrar
görüşebilmemiz için bir imkân bulursan, bana Sancha ile haber gönder; unutma ki
Inès adında bir kölen var."
Zanga geldiği vakit
artık gece olmuştu. İçinde Fernando'nun saklı bulunduğu sandığı yüklendi. Birkaç
yerde zaptiyeler tarafından sorguya çekildi. Liberal mebusu dört bir yanda
arıyorlar, bulamıyorlardı. Zanga sandığın don Blas'a ait olduğunu söylüyor, onun
üzerine zaptiyeler de geçmesine müsaade ediyorlardı.
Zanga'yı, son defa olarak, mezarlık boyunca uzıyan bir yolda
durdurttular, biraz alçakta olan yol, mezarlıktan bir omuz yüksekliğinde bir
duvarla ayrılıyordu. Zanga yükümü duvara dayıyayım da bir dinleneyim dedi.
Zaptiyelere cevap verirken sandık da duvarın üstünde duruyordu.
Nihayet, don Blas'a karşı gelmek korkusuyle, yükünü son defa
olarak sırtına vurdu. Telâşla sandığı öyle bir vaziyette tuttmuştu ki içerisinde
Fernando baş aşağı gelmipşti. Bu vaziyette taşınmanın Fernando'ya verdiği
rahatsızlık, yavşa yavaş, dayanılmaz bir hal almaya başladı. Varacakları yere az
kaldığını düşünerek ümitleniyordu. Ama bir aralık baktı ki sandıkta hareket
falân yok, sabrı tükendi. Sokakta büyük bir sessizlik hüküm sürüyordu. Şöyle bir
hesapladı. Vakit en aşağı, gecenin dokuzu olmalıydı. "Eline birkaç para versem,
Zanga kimseye bir şey söylemez her halde" diye düşündü. Can acısından bitmiş
bir halde, yavaşça dedi ki: "Sandığı tersine çevir, ölüyorum."
Günün bu kadar biçimsiz bir saatinde mezarlık duvarının dibinde
bulunmayı pek de soğuk kanlılıkla karşılamıyacak olan hammal, kulağının hemen
yanı başında duyduğu bu sesten fena halde ürktü; bu olsa olsa bir hortlağın sesi
olmalıydı; tabanları kaldırdığı gibi kaçmaya başladı. Sandık duvarın üstünde
kalakalmıştı. Don Fernando'nun acısı gittikçe artıyordu. Zanga'dan hiçbir cevap
alamayınca, orada bırakıldığını anladı. Başına gelecek ne olursa olsun, sandığı
açmağa karar verdi; şiddetli bir hareket yaptı. Yapmasıyle de mezarlığın içine
yuvarlanması bir oldu.
O kadar fena yuvarlanmıştı ki birkaç dakika kendine gelemedi.
Sandığın kilidi düşmenin şiddetiyle kendiliğinden kırılmıştı. Fernando başının
üzerinde yıldızların parladığını gördü. Yeni gömülmüş bir ölünün mezarı
üstündeydi. Inès'in başında dolaşan tehlikeyi düşündü. Bu düşünce ona bütün
kuvvetini geri verdi.
Her tarafı yara bere içindeydi, birçok yerlerinden kanlar
akıyordu. Bununla beraber kalkmaya muvaffak oldu; biraz sonra da yürümeye. Güç
belâ mezarlığın duvarından aşağıya indi, doğru Sancha'nın evine gitti. Onu öyle
kan revan içinde görünce: "Doğrusu, dedi, bizi iyi bir hale soktun." İkisi de
mezarlıkta kalan sandığı oradan kaldırmak için geceden istifade etmek lâzım
geldiği bahsinde müttefiktiler. Sancha: "Eğer, dedi, don Blas'ın hafiyeleri bu
musibet sandığı yarın orada bulacak olurlarsa ben de, dona Inès de, öteki
dünyayı boyladı demektir."
Don Fernando:
- Şüphesiz kan lekeleri de vardır üstünde, dedi.
Bu işi becerebilecek tek adam Zanga idi. Tam onun lâfını
ederlerken o da Sancha'nın kapısını çaldı. Sancha ona:
- Bütün anlatacaklarını biliyorum, dedi. Sandığımı bıraktın,
kaçtın değil mi? Bütün kaçak mallarım orada mezarlıkta kaldı. Gördün mü başıma
geleni? Bak şimdi ne olacak sana söyliyeyim: Don Blas seni ya bu akşam, ya yarın
sabah sigaya çekecek, ne cevap vereceksin?
- Eyvah, yandım.
- Sandığı engizisyon sarayından çıkardıktan sonra buraya, benim
evime getirdiğini söylersen kurtulursun.
Yeğenine ait eşyayı öyle tehlikeli bir halde bırakmış olduğu için
Zanga'nın canı sıkılıyordu; ama hortlaktan korkmuştu. Şimdi de don Blas'tan
korkuyordu; Sancha ona, kimseyi mesul durumda bırakmamak için polis müdürüne
yolda ne cevap vermesi gerektiğini anlatıyor, gelgelelim o, bu anlatılanları
öyle uzun boylu anlıyabilecek bir halde görünmüyordu. Birdenbire ortaya çıkan
Fernando:
- Al sana on ducat (4), dedi. Ama Sancha'nın sana anlattıklarını
hele bir iyi söyleme, bil ki seni öldürecek hançer budur.
Zanga:
- Siz de kimsiniz beyim? dedi.
- Kıraliyetçi askerlerin harıl harıl aradıkları zavallı bir negro.
Zanga serseme dönmüştü. Hele bir de don Blas'ın adamlarından iki
zaptiyenin içeriye girdiklerini görüverince az kalsın yüreği ağzına geliyordu.
Zaptiyelerden biri onu yakaladığı gibi doğru reislerine götürdü. Öteki sadece,
Sancha'ya, engizisyon sarayından kendisini istediklerini haber vermeğe gelmişti.
İstemelerinin sebebi de, pek o kadar korkulacak gibi bir şey değildi.
Sancha onunla biraz şakalaştı, nefis bir rancio şarabı ikram
etti. Gevezelik damarlarını ayaklandırmak; ağzından biraz lâkırdı almak,
söylediklerini de bir kenara saklamış olan Fernando'ya işittirmek istiyordu.
Zaptiye Zanga'nın hortlaktan nasıl korkup da kaçtığını, bir
meyhaneye nasıl beti benzi ölü gibi girdiğini, orada başından geçenleri halka
nasıl anlattığını bir bir tekrar etti. O kıraliçeyi öldüren negro'nun, yahut da
liberalin - her ne ise - takibine memur hafiyelerden biri, meğer, tam o sırada
meyhanedeymiş. Koşup bu haberi don Blas'a yetiştirmiş. Zaptiye: "tabii, diye
ilave etti: Bizim müdür de enayi değil ya, ehil adam; Zanga'nın duyduğu sesin
mezarlıkta saklanmış olan negro'nun sesi olduğunu şıp diye anladı. Sandığı
aramak üzere beni yolladı. Biz de gittik, sandığı bulduk; sandığın ağzı açıktı,
üstünde de kan lekeleri vardı. Don Blas bu işe çok şaştı, işte nihayet de beni
buraya yolladı. Ne ise, haydi gidelim."
Sancha zaptiye ile beraber engizisyon sarayına gitmek üzere yola
düştüğü zaman, içinden: "Inès de, ben de, ikimiz de öldük, diyordu. Don Blas
sandığı görür görmez, tanımıştır; şu anda da evine bir yabancının sokulduğunu
biliyor."
Gece zifir gibi karanlıktı. Soncha bir aralık kaçmayı düşündü:
"Ama, dedi sonra, dona Inès'i o halinde yalnız bırakmak âdilik olur. Şu anda ne
cevap vereceğini bilemiyordur zavallı."
Engizisyon sarayına geldikleri vakit kendisini ikinci kata
çıkardıklarını, hele bir de dona Inès'in odasına soktuklarını görünce şaşırdı.
Sorgu yerinin hali pek hayra alâmet değildi. Odanın içi ışıklarla donatılmıştı.
Dona Inès'i bir masanın kenarına oturmuş, don Blas'ı da ayakta durur bir halde
buldu. Müdürün gözleri pırıl pırıl yanıyordu. Uğursuz sandık, ağzı açık olarak,
önlerindeydi. Her tarafı baştan başa kana bulanmıştı. Don Blas Zanga'ya bir
takım sualler sormakla meşguldü; Sancha içeri girince Zanga'yı hemen oturttular.
Satıcı kadın kendi kendine düşünüyordu: "Acaba bizi ele verdi mi? Ne biçim
cevaplar vereceğini söylediğim vakit meramımı anladı mı acaba? Dona Inès'in
hayatı onun elinde." Sancha, cesaret vermek için dona Inès'e baktı. Fakat onu
görünce hayret etti. O kadar çekingen bir kadın nasıl oluyordu da bu kadar
cesaretlşi olabiliyordu?
Sancha, don Blas'ın suallarine verdiği cevapların daha ilk
kelimelerinde bir şeye dikkat etti. Her zaman pekâlâ aklı başında olan bu adam o
gün deli gibiydi. Bir aralık, kendi kendine: "Mesele meydanda" diye mırıldandı.
Bu sözü Sancha gibi dona Inès de duymuştu. Sade bir eda ile: "Bu kadar çok mum
odayı hamama çeviriyor" diyerek pencereye doğru yürüdü. Sancha onun birkaç gün
evvelki tasavvurunu bildiği için bu hareketine de mâna verdi. Birdenbire
sinirleri boşandı: "Bu adamlar beni öldürmek istiyorlar, diye bağırdı, don Pedro
Ramos'u kurtardım diye." Hızla Inès'i yakaladı.
Bir sinir buhranının şaşkınlığı içinde, yarı anlaşılır, yarı
anlaşılma bir tarzda bir takım şeyler anlatıyordu. Bu sözlere göre Zanga'nın,
içi eşya dolu sandığı Sancha evine getirdiğinden biraz sonra üstü başı kan
içinde bir adam, elinde bir hançerle odadan içeriye dalmış, "Kıral taraftarı bir
askeri öldürdüm, adamın arkadaşları beni arıyorlar, imdadıma yetişmezseniz
gözünüzün önünde kesecekler beni" demişti.
Sancha kendinde değilmiş gibi bağırdı:
- Şu elimdeki kanlara bakın, beni öldürmek istiyorlar.
Don Blas soğuk
bir eda ile:
- Devam edin,
dedi.
- Don Ramos bana
dedi ki: Hiéronymite'lerin manastırının başpapazı amcam olur. Onun manastırına
bir atabilirsem kendimi, kurtuldum demektir. Elim ayağım titremeğe başladı. O
aralık gözü sandığıma ilişti. Tam da İngiliz tüllerimi içine yerleştirip
dolduruyordum. Birdenbire içindeki eşyayıdışarı fırlatmağa başladı. Ondan sonra
da kendi girdi sandığın içine. "Çabuk kilidi üstüme kapatın, hiç vakit
kaybetmeden de sandığı Hiéronymite'lerin manastırına taşıttırın" dedi.
Elime de bir
avuç para tutuşturdu. İşte onlar da burada. Yolsuz hareketimin karşılığı olan bu
para içime dehşet...
Don Blas:
- Dalavere istemez,
diye bağırdı.
Sancha devam etti.
- Dediğini yapmazsam
beni öldürür diye korktum. Sol elinde hep, ucundan o kıraliyetçi askerin kanı
damlıyan bir hançer tutuyordu. Ne yalan söyliyeyim, korktum doğrusu. Zanga'yı
çağırdım, sandığı aldı, manastıra götürdü. Ben de...
Sancha'nın vakit
kazanmak istediğini keşfeden don Blas.
- Yeter, dedi,
ağzını açıp bir kelime daha söyliyeyim deme, öldüğün gündür.
Don Blas Zanga'yı
getirmeleri için işaret etti.
Sancha her vakit pek
sakin olan don Blas'ın o gün deli gibi bir hale geldiğine dikkat ediyordu. İki
senedir sadakatinden emin olduğu insan hakkında şüpheleri vardı. Sıcak onu
mahvetmişe benziyordu. Buna rağmen, zaptiyelerin getirdiği Zanga'yı karşısında
gördüğü zaman hızla üstüne atıldı, kolundan yakaladı.
Sancha, kendi
kendine: "İşte nihayet meşum saat geldi çattı dedi. Dona Inès'in de benim de
hayatlarımızın ne olacağını bu adam tâyin edecek. Gerçi şimdiye kadar bana
sadıktı; ama bu akşam, hortlağın korkusu bir taraftan, don Fernando'nun
hançerinin korkusu bir taraftan, ne söyliyeceğini Allah bilir artık."
Don Blas'ın
ellerinde fena halde sarsılmış olan Zanga alık alık bakıyor, hiçbir cevap
vermiyordu. Sancha: "Ah, Yarabbim, diye düşündü. Şimdi ona doğruyu söyliyeceğine
dair yemin ettirecekler; o da sofu mu sofu, bir türlü yalan söyliyemiyecek."
Bereket versin don Blas'ın aklına yemin ettirmek gelmedi. Nihayet Zanga, yarı
korkudan, yarı da Sancha'nın bakışları altında tehlikenin büyüklüğünü
sezmesinden olacak konuşmağa başladı. İhtiyatkârlığından mı, yoksa düpedüz
şaşkınlığından mı, her ne ise, izahatı eni konu müphem kaçtı. Anlattığına göre
Sancha kendisini çağırmıştı. Biraz evvel sayın polis müdürünün sarayından
getirdiği sandığı yeniden onunla gönderecekti. Sandık Zanga'ya evvelkinden epey
ağır gelmişti. Mezarlığın yanından geçerken takati tükenmiş, sandığı mezarlığın
duvarına dayamıştı. Kulağına yalvaran bir insan sesi geldi. "Onun üzerine
kaçtım" dedi.
Don Blas onu
suallere boğuyordu, fakat kendisi de yorgunluktan bitmişti. Vakit, gece yarısını
bir saat geçiyordu; istintakı ertesi sabaha bıraktı. Zanga hala konuşuyordu.
Sancha eskisinden de olduğu gibi, Inès'ten onun odasının yanındaki küçük odada
yatmak için müsaade istedi. Don Blas bu hususta konuşulanlardan her halde hiçbir
şey duymamıştı. Fernando'yu düşündükçe içi titreyen Inès geceleyin kalktı,
Sancha'nın yanına gitti. Sancha ona: "Don Fernando şu anda emniyette madam,
dedi. fakat siin hayatınız oldun, onunki olsun pamuk ipliğiyle bağlı. Don Blas
fena kuşkulanıyor. Yarın sabah Zanga'yı adam akıllı tehdit edecektir, keşişin
onun üzerinde bir hayli nüfuzu vardır; kim bilir, belki de onu kullanıp bütün
sırları ağzından alacaktır Benim öğrettiğim sözler, nihayet, ilk anın
tehlikesini önlemek içindi."
Dona Inès ona, o her
zamanki yumuşak edasıyla;
- Sen kaç,
Sancha'cığım, dedi.
Nihayet gelip
çatmasına birkaç saat kalmış olan akibet onu hiç heyecanlandırmıyor gibiydi.
Devam etti:
- Bırak, ben yalnız
öleyim. Mesut öleceğim; yanımda Fernando'nun hayali. Onu iki senelik bir
hasretten sonra tekrar gördüm ya. Bunun saadetini bir canla ödemişim, çok mu?
Benden hemen ayrılmanı emrediyorum. Aşağıya, büyük bir avluya iner, kapımın
yanında saklanırsın. Umuyorum ki kurtulacaksın. Senden yalnız bir şey rica
ediyorum. Şu elmas haçı don Fernando'ya ver. De ki: ölürken Inès senin
Majorka'dan dönmüş olduğunu şükranla hatırlıyacak.
Gün doğup da sabah
çanları çalmaya başlayınca dona Inès kocasını uyandırdı. Ona, sabah ayinini
dinlemek üzere, Clariste'lerin manastırına gideceğini haber verdi. Hiçbir cevap
vermiyen don Blas, kendisi de evde olduğu halde, karısının yanına hizmetçilerden
dört tane adam taktı.
Kiliseye girince,
Inès, gitti, rahibelere ayrılan yerin demir parmaklıklı kapısının önüne oturdu.
Bir dakika sonra, don Blas'ın, karısının yanına kattığı muhafızlar, demir
parmaklıklı kapının açıldığını gördüler. Dona Inès içeriye girdi. Gizli bir
sebep yüzünden rahibe olmaya geldiğini, ölünceye kadar manastırdan çıkmıyacağını
söyledi. Don Blas, biraz sonra karısını almağa geldi. Ama, başrahibe vaziyeti
piskoposa bir defa haber vermişti. Piskopos don Blas'ın bağırıp çağırmalarına
karşılık babaca bir tavır takındı. Dedi ki: "Ünlü dona Inès Bustos y Mosquera,
sizin meşru karınızsa, nefsini Tanrıya hasretmeye şüphesiz hakkı yoktur. Ama
dona Mosquer bundan şüphe ediyor. Sakın bu evlenme bâtıl bir evlenme olmasın."
Kocasıyle
mahkemede olan dona Inès, birkaç gün sonra, yatağında, hançer yaralarıyle delik
deşik edilmiş bir halde bulundu. Ayrıca don Blas'ın meydana çıkardığı bir
cinayet neticesinde de, Inès'in babasıyla don Fernando'nun, Granata meydanında
kafaları kesilmişti.
STENDHAL
* 1829 olmalı, dizgi hatası
1 - Üç bin frank.
2 - Asillere tatbik edilen bir çeşit boğma usulü.
3 - Saint - Claire tarikatına mensup rahibeler.
4 - O zamanın bir nevi altın parası. |