* iletişim..>>

 

* neden ORHAN VELİ?>>

* neden ŞİİR EVİ?>>

* etkinlikler>>

* ulaşım>>

* ORHAN VELİ sergisi>> * şiir yaprağı sonuçları>>

* düzenSİZ YAPRAK>>

* bağlantılar..>>

KANIK'sadığım biri

ORHAN VELİ

Yazan: M. Şeref Özsoy

JUST FOR THE HELL OF IT

111 Poems by ORHAN VELİ

Translated by

Talat Sait Halman

ORHAN VELİ KANIK

Fremdarting

übersetzt von

Yüksel Pazarkaya

ORHAN VELİ'nin

çevirdiği şiirler

Haz: TUNÇER BAYKAŞ

ORHAN VELİ

KÜLLİYATININ EKSİKLERİ

ANNEM'E

BİR GÜNÜM DAHA

SU VE SUSUZLUK

TARTUFFE'ÜN MOLYER'İN HAYATINDAKİ YERİ

ÜÇ HİKÂYE

SEVEMEMEK

KADINLAR MEKTEBİ VE TENKİDİ

SANAT PSİKOLOJİSİ

SANDIK VE HORTLAK

ŞİİR HAKKINDA NOTLAR

KÖPRÜ BAŞINDAKİ İHTİYAR

SAADİ'NİN GÜLLERİ

ANAKREONTİK ŞİİR

BÜYÜCÜ KADINLAR

MAHREM KONUŞMA

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

SANDIK VE HORTLAK

 

182. (*) senesi, güzel bir güzel bir mayıs sabahı, don Blas Bustos Mosquera, arkasında on iki atlı Granata'ya bir fersah mesafedeki Alcolote köyüne giriyordu. Onun geldiğini gören köylüler kendilerini evlerine dar atıp kapılarını kapattılar. Kadınlar Granata'nın bu zalim polis müdürüne pencerelerinin ufacık bir köşesinden korkuyla bakıyorlardı. Allah onun gaddarlığını, yüzüne ruhunun şeklini vermekle cezalandırmıştı. Altı karış boyunda, kara ve müthiş derecede zayıf adamdı.. Üst tarafı bir polis müdürüydü ama, Granata piskoposu olsun, vali olsun, karşısında tirtir titrerdi.

 

Napoléon'la büyük bir harbe girmişlerdi. Öyle şanlı bir harpti ki tarhi on dokuzuncu asrın İspanyol milletini Fransızlardan sonra en iyi yere koyacak, onu gelecek nesillere bütün Avrupa milletlerinin üstünde bir millet diye tanıtacaktı. Don Blas bu harbin en yaman çete reislerinden biri oldu. Çetesi günde en aşağı bir Fransız öldürmezse yatakta yatamazdı; adi böyleydi.

 

Ferdinand döndükten sonra onu kürek mahkûmu olarak Ceuta'ya yolladılar. Orada müthiş bir sefalet içinde sekiz sene kaldı. Gençliğinde rahiplik mesleğine girmiş sonra da ayrılmış olmakla itham ediyorlardı. Bir aralık, nasıl olduysa oldu, affedildi. Don Blas şimdi sukûtiyle meşhurdur; hiç konuşmaz. Oysa ki bir zamanlar nüktedanlığiyle anılırdı. Esirlerini astırmadan önce onlara ne alaylı sözler söylerdi. Bütün İspanyol odrularında hep onun hikâyelerini anlatırlardı.

 

Don Blas, vaşak gözü gibi gözleriyle sağındaki solundaki evlere bakarak, Alcolote'un ana caddesinden ilerliyordu. Tam kilisenin önünden geçerlerken çanlar çalıyordu. Altından paldır küldür atladı, kiliseye koştu, mihrabın yanında bir iskemle bulup oturdu. Jandarmalarından dördü daha iskemlesinin etrafında diz çöktüler; ona bakıyorlardı. Bakışlarında hiç dindar adam hali yoktu. Korkunç gözlerini birkaçadım ötesinde vecd içinde dua eden bir delikanlıya dikmişti. Delikanlının çok kibar bir görünüşü vardı. "Allah, Allah, dedi, haline tavrına bakarsan pekâlâ kibar bir insan; bu kadar kibar olsun da ben tanımayayım, bu çocuk, ben geldim geleli, Granata'da görünmesin; saklanıyor, demek."

 

Don Blas adamlarından birine eğildi, delikanlıyı kiliseden çıkar çıkmaz yakalamalarını emretti. Kendisi de âyinin bitmesine yakın çıktı, Alcolote hanına gidip büyük salona kuruldu. Az sonra delikanlı, şaşkın bir halde çıkageldi.

 

- İsminiz?

- Don Fernando de la Cueva

 

Delikanlıyı yakından görünce, Don Blas'ın alaycı zekâsı haince faaliyete geçti. Don Fernando'nın harikulâde güzel bir yüzü olduğunu o vakit farketmişti çünkü. Sarışındı, fena bir vaziyette olmasına rağmen hatlarının ifadesi son derece yumuşaktı. Don Blas onu, rüyada gibi seyrediyordu. Nihayet: "Cortèse'lerde ne işiniz vardı?" diye sordu.

 

- 1825'te Sevilla kolejindeydim. On beş yaşındaydım o zaman; şimdi de on dokuzundayım.

 

- Ne ile geçiniyorsunuz?

 

Delikanlı sualin kabalığı karşısında sarsıldı; ama itiraz da etmedi; dedi ki: "Babam, kıral don Carlos Cuarto'nun ordusunda subaydı. (don Carlos da, Allah rahmet eylesin, iyi kıraldı ya) bana bu köyün yanıbaşında biraz arazi bıraktı. On bin réal kadar bir para getiriyor. (1) Üç hizmetkârımla beraber kendim ekip, kendim biçiyorum.

 

- Size gayet sadıktırlar tabii.

 

Sonra acı bir gülümseyişle ilâve etti;

 

- Çetelik için biçilmiş kaftan. Atın içeri, bir odada tek başına olacak. Kalktı, mahkûmunu adamlarının ellerine bırakıp çekildi, gitti. Birkaç dakika sonra, don Blas kahvaltı ediyordu; kendi kendine: "Altı ay yatsın da içerde biraz imana gelsin, dedi, o güzel renk, o taze eda, o küstah gülümseme ne imiş anlasın."

 

Yemek salonunun kapısında nöbet bekliyen süvari birdenbire tüfeğini çıkardı. İçeriye girmek için yol arıyan bir ihtiyarın önüne uzattı. İhtiyar, oraya kadar, elinde bir tabak taşıyan bir aşçı yamağının peşine takılıp da gelmişti. Don Blas hemen kapıya koştu. İhtiyarın arkasında, Fernando'yu bile unutturacak kadar güzel, bir genç kız görmüştü.

 

İhtiyara doğru;

 

- Bir lokma yemeği insana rahat yedirmezler, diye bağırdı; girin içeri, ne istiyorsunuz?

 

Don Blas genç kızdan gözlerini alamıyordu. Alnında, gözlerinde İtalyan mektebinin o güzel madonnalarında görülen masumiyeti görüyor, onların yüzlerindeki ilâhi nuru bulunuyordu. Ne yemeğini yiyebiliyor, ne de ihtiyarı dinliyebiliyordu. Nihayet rüyalarından silkindi; ihtiyar, Ferdinando de la Cueva'nın serbes bırakılmasını üçüncü, belki de dördüncü defa olarak rica ediyordu. Delikanlı kapıda bekliyen kızının, Inès'in uzun zamandır nişanlısıydı; bu pazara da düşünleri yapılacaktı. Bunu duyar duymaz zalim polis müdürünün gözleri öyle görülmemiş bir tarzda parladı ki, Inès'in de, babasının da yürekleri ağızlarına geldi. İhtiyar devam etti:

 

- Biz Allahtan çok korkarız. Gerçek sülâlem asîldir ama, ne elimizde kaldı ne avucumuzda. Bu itibarla don Fernando kızım için iyi bir kısmet. Ne Fransızlra zamanında, ne daha önce, ne de daha sonra mevki sahibi olamadım. Don Blas sinsi sukûnetini hiç bozmuyordu. İhtiyar: "Ranata kırallığının en eski ve en asil ailelerinden birine mensubum, dedi." Sonra içini çekerek ilâve etti.

 

İhtilâlden evvelki; bir gün, söylediklerimi dinlemiyen bir keşişin kulaklarını kesmek zorunda kaldım. İhtiyarın gözleri yaşardı. Sıkılgan Inès, koynundan, madonna del Pilar'ın elbisesine sürülerek takdis edilmiş bir zincir çıkardı; güzel elleri, sinirli sinirli, ucundaki haçla oynuyordu. Zalim Don Blas'ın gözü genç kızın ellerindeydi. Sonra da vücudunun, biraz kuvvetli bir vücut olmasına rağmen enikonu biçimli olduğunu farketti.

 

Kendi kendine: "Hatları son derece düzgün, diye düşündü. Bu ilâhi güzelliği ondan başka kimsede göremedim."

 

Nihayet ihtiyara:

 

- Peki, don Jaime Arregui mi sizin adınız?

- Evet, don Jaime Arregui.

- Yetmiş yaşında mısınız?

- Altmış dokuz.

 

Don Blas, içinin ferahladığı yüzünden okunur bir halde:

 

- Demek ki o sizsiniz, dedi, ne vakittir sizi arıyordum. Haşmetpenahınız lûtfettiler, emirleriyle size, eski hizmetlerinize karşılık, senede dört bin réallik bir maaş bağlanıyor. Bu maaşın ilk iki senelik taksitini yarın öğle vakti Granata'da teslim edeceğim. Size o arada babamın, bir zamanlar Vieill Castille'in zengin çifçilerinden biri olduğunu, sizin gibi eski bir Hıristiyan olduğunu, kendimin de hiçbir vakit keşişlik mesleğime girmediğimi göstereceğim. Hakkımdaki isnatlarınız böylece suya düşecek.

 

İhtiyar asilzade söylenen saatte söylenen yere gitmemezlik edemezdi. Evinde bir kızından başka hiç kimsesi yoktu. Onu da, Granata'ya gitmeden evvel, götürdü, köy papasının yanına bıraktı; bir daha da hiç görüşmiyeceklermiş gibi tembihlerde bulundu. Don Blas Bustos, ihtiyarı iki dirhem bir çekirdek karşıladı. Göğsüne bir nişan takmıştı. Üzerinde iyilik etmek istiyen eski, terbiyeli bir asker hali vardı; yerli yersiz boyuna gülüyordu.

 

Cesaret edebilseydi, don Jaime, don Blas'ın verdiği bu sekiz bin réal'i almıyacaktı; öğle yemeğine de istemiye istemiye orada kaldı. Yemekten sonra zalim polis müdürü ona bütün beratlarını, nüfus kâğıdını, kürek mahkûmiyetinden kurtulmasını temin eden hücceti gösterdi. Bu hüccet onun hiçbir vakit keşişlik mesleğine girmediğinin ıspatıydı.

 

Don Jaime hep, bir aksilik çıkmasından korkuyordu. Nihayet don Blas "kırk beş yaşındayım, dedi; elli bir réal kazandıran şerefli bir mevkiine sahibiyim. Ayrıca Napoli Bankasından bin once'lık bir gelirim var. Kızınız dona Inès Arregui ile evlenmek istiyorum."

 

Don Jaime sarardı. Bir an ikisi de sustular. Sonra tekrar don Blas başladı: "Sizden saklıyacak değilim; don Fernando de la Cueva çirkin bir hadisede parmağı olmakla lekeli. Emniyet nazırı harıl harıl onu arattırıyor. Garrote (2) cezasıyla cezalandırmayı düşünüyorlar; hiç değilse kürekle. Ben sekiz sene çektim, bilirim. İnanın bana, ölümden beterdir." Bu sözleri söylerken ihtiyarın kulağına yaklaştı, "nazırdan, belki de iki üç haftaya kadar don Fernando'nun Alcolote hapishanesinden Granata hapishanesine nakledilmesi için emir alacağım. Emir, yerine, gecenin geç saatinde getirilecek. Karanlıktan istifade eder de savuşabilirse, mademki tanıştık, ahbap olduk, hatırınız için vaziyeti idare ederim. Majorka'ya gitsin meselâ, ondan sonra artık kimse dil uzatamaz ona."

 

İhtiyar asîlzade hiç cevap vermedi; perişan bir haldeydi. Köyüne nasıl döndüğünü bilemedi. Polis müdüründen aldığı para içine dehçet veriyordu. Kendi kendine: "Bu mu, diyordu, kızımın nişanlısı, dostum don Fernando'nun kanının bedeli?"

 

Köy papazının evine geldiği zaman Inès'in kollarına atıldı:

 

-Kızım, diye bağırdı, keşiş seninle evlenmek istiyor.

 

Inès babasının göz yaşlarını sildikten sonra ondan izin istedi, akıl danışmak üzere kiliseye papazı görmeye gitti. Papaz, günah çıkarma iskemlesindeydi. Durumundan ve yaşından ötürü nasırlaşmış olan hassasiyetine rağmen papaz ağladı. Neticede şuna karar verdiler: don Blas ile evlenmek, yahut da gece yarısı kaçmak lâzımdı. Bu takdirde dona Inès'le babası Cebelüttarık'a gidecekler, oradan da bir gemiye atlayıp İngiltere'ye kaçacaklardı. Inès:

 

- Peki ama, orada ne ile geçineceğiz, diye sordu.

- Evinizle bahçenizi satabilirsiniz.

 

Genç kız göz yaşları içinde:

 

- Kim satacak? dedi.

 

Papaz cevap verdi:

 

- Biraz birikmiş para var; beş bin réal kadar tutar; size onu vereyim, kızım. Hem de memnuniyetle veririm. Don Blas Bustos'la evlenmeniz hakkında hayırlı olmıyacaksa, memnuniyetle veririm.

 

On beş gün sonra Granata'nın bütün zaptiyeleri, sırtların büyük üniforma, o kasvetli Saint - Dominique kilisesini çepçevre sarmışlardı. Herkes, öğle sıcağında akın akın oraya gidiyordu. Fakat o gün, davetlilerden başka hiç kimse içeri girmeyi göze almıyordu.

 

Yüzlerce mumun aydınlattığı bu kenar mahalle kilisesinde mumlardan çıkan ışık karanlığı ateşten bir yol gibi deliyordu. Uzakta, mihrabın basamağında diz çökmüş bir adam görünüyordu. Etrafındakilerin hepsinden daha heybetli bir hali vardı. Dindar bir eda ile önüne iğilmiş ve zayıf kollarını, çaprazlama, göğsünün üzerine kavuşturmuştu. Biraz sonra ayağa kalktı. Üzerinde türlü süslerle donatılmış bir elbise vardı. Elini genç kıza uzattı. Kızın genç, körpe hali onun sakilliğiyle görülmemiş bir tezat meydana geiriyordu. Genç zevcenin gözlerinde yaşlar parıldadı. Çizgilerinin, bütün ıstırabına rağmen değişmiyen ifadesi, yüzündeki o melek yumuşaklığı kilisenin kapısından arabaya binerlerken herkesin gözüne çarptı.

 

Doğrusunu söylemek lâzımsa don Blas evlendiğinden beri biraz insaflı olmuştu; idamlar eskisi kadar sık değildi. Meselâ, mahkûmlarını habersiz olarak arkadan vurdurtmuyordu da sadece astırıyordu. Yahut, öldüreceği insanlara, ölmeden evel; gidip bir defa ailelerini görmeleri için müsaade ediyordu. Bir gün, karısına, onu deli gibi sevdiğini söyledi, "Bu Sancha'yı kıskanıyorum, istemiyorum onu" dedi.

 

Sancha denilen kız, Inès'in hem süt kardeşi, hem de arkadaşıydı. Don Jaime'in yanında uzun zaman kızının oda hizmetçisi olarak kalmış, Inès Granata'da oturmak üzere buraya geldiği zaman, o da bu saraya, Inès'in peşi sıra, yine aynı ünvanla gelmişti. Don Blas devam etti. "Yanınızdan ayrıldığım zaman, Inès, siz bu Sancha ile baş  başa kalıyorsunuz. O hoş bir kız, sizi eğlendiriyor; oysa ki ben bir sürü tatsız işi başından aşkın, ihtiyar bir asker. Ne inkâr edeyim, pek şirin değilim; bu Sancha, o alaycı güler yüzüyle, beni sizin gözünüze bir misli daha ihtiyar gösterir. Alın, işte kasamın anahtarı. Ona oradan istediğiniz kadar para verin; isterseniz hepsiniverin; tek gitsin buradan, kaybolsun, gözüm görmesin onu artık."

 

Akşam, çalışma odasına girdiği vakit, don Blas'ın ilk gördüğü insan Sancha oldu; kızcağız her zamanki gibi işiyle gücüyle meşguldü. Don Blas'ın onu görür görmez, tüyleri diken diken olmuştu. Hızla kıza yaklaştı, gözlerini dikip hain hain ona baktı. Bu İspanyollara has bir bakıştı; içinde korku da vardı, cesaret de, kin de. Biraz sonra gülümsedi: "Sevgili Sancha, dedi, dona Inès size on bin real verdiğimi söyledi mi?"

 

Sancha, gözleri don Blas'ın üzerinde:

- Ben hanımımdan başk hiç kimseden hediye kabul etmem, diye cevap verdi.

 

Don Blas karısının odasına girdi. Karısı yekten: "Şu anda Torre - Vieja hapishanesinde kaç mahkûm var?" diye sordu.

 

- Zannederim, mahzenlerde otuz iki, üst katlarda da iki yüz altmış kişi var.

- Onları azadedin, o zaman ben de dünyada edinebildiğim tek dostumdan ayrılırım.

- Benden iktidarımın dışında bir olan bir şeyi istiyorsunuz, dedi. Don Blas bu sözden sonra, bütün gece, bir tek kelime bile söylemedi. Inès, lâmbasının ışığında çalışırken ara sıra ona bakıyor, zaman zaman renkten renge girdiğini görüyordu. Nihayet işini bıraktı, duaya başladı. Ertesi gün, yine aynı sükût. Gece, Torre - Vijea hapishanesinde bir yangın çıktı. Mahkûlardan yalnız ikisi öldü; ötekiler polis müdürüyle jandarmaların bütün gayretlerine rağmen kaçmaya muvaffak oldular.

 

Inès hiç kimseye hiçbir şey söylemedi. Ertesi gün, don Blas evine döndüğü zaman Sancha'yı görmedi, karısının boynuna sarıldı.

 

Torre - Vieja yangınının üstünden bir buçuk sene geçmişti. Granata'nın bir saat cenubunda dağlar arasında kurulmuş Zuia kasabasının en biçimsiz hanının kapısında duran bir attan toz toprak içinde bir yolcu indi. Alcolote şimalde kalıyordu.

 

Granata'nın bu güzel kasabası, âdeta, Andalusya'nın çölleri ortasında mesut bir vaha idi. Burası hâlâ İspanya'nın en güzel beldesidir. Ama acaba yolcu buraya, sırf merakından dolayı mı gelmişti? Kılığına kıyafetine bakılacak olursa, Katalonyalıya benziyordu. Majorka'dan aldığı pasaportu Barsalona'da vize edilmişti. Çünkü oradan çıkmmıştı karaya. Biçimsiz hanın sahibi çok fakir bir adamdı. Katalonya'lı yolcu ona don Pablo Rodil adını taşıyan pasaportunu uzatırken mânalı mânalı bir baktı, hancı:

 

- Evet, beyzadem, dedi. İsmi âlinizi, Granata polisine sordukları takdirde bildireceğim.

 

Yolcu, bu güzel memleketi görmek istediğini söyledi. Her sabah güneşin doğmasından bir saat evvel çıkıyor, ta öğle sıcağına kadar dönmüyordu. Döndüğü zaman herkes ya yemekte oluyor, yahut da öğle uykusuna yatmış bulunuyordu.

 

Don Fernando saatlerce, üstü taze mantar ağacı filizleriyle örtülü, bir tepede kalıyordu. Oradan, Granata'nın şimdi don Blas'la Inès'in oturdukları, esk engizisyon sarayını görüyordu. Gözlerini, evlerin ortasında bir dev gibi yükselen bu sarayın, kararmış duvarlarından bir türlü ayırmıyordu. Majorka'dan ayrılırken, don Fernando kendi kendine, Granata'ya girmiyeceğim diye yemin etmişti. Ama bir gün dayanamadı; gideyim, dedi, şu sarayın sokağından bir geçeyim. O dar sokakta, tam sarayın karşısında bir kunduracı dükkânına girdi. Orada biraz fazlaca kalıp kunduracı ile çene çalmak için de bir bahane buldu. Kunduracı ona dona Inès'in dairesinin pencerelerini gösterdi. Bu pencereler ikinci kattaydı, eni konu da yüksekti.

 

Öğle istirahati zamanı gelince, Fernando, kalbi kıskançlığın zehiriyle dolu, tekrar Zuia'ya doğru yola çıktı. Bir aralık içinden evvelâ Inès'i buçaklamak, sonra da kendini öldürmek arzusu geçti. Öfkesiyle söyleniyordu. "Zayıf, korkak kadın onu sevebilir de... Hele bunu bir de vazife sayarsa." Bir köşe başında Sancha'ya rasgeldi. Sanki ona söylemiyormuş gibi:

 

- Hayır, dostum, yaklaşma, dedi. Adım don Pablo Rodil, Zuia'da, Ange hanında kalıyorum; yarın, akşam çanları çalarken, büyük kilisenin yanında bulunabilir misin?

 

Sancha da hiç ona bakmadan cevap verdi:

 

- Bulunurum.

 

Ertesi gece, don Fernando, Sancha'yı gördü, ağzını bile açmadan hanına doğru yürüdü. İçeriye, peşi sıra Sancha da girdi; hiç kimseye görünmemişti. Fernando kapıyı kapattı. Gözleri yaşararak:

 

- Ee? diye sordu.

 

Sancha cevap verdi:

- Artık onun yanında değilim. On sekiz ay oluyor beni çıkaralı. Hiçbir sebep yoktu çıkarması için, bir şey de söylemedi. Vallahi, don Blas'ı seviyor galiba.

 

Don Fernando, göz yaşlarını silerek:

 

- Don Blas'ı seviyor mu? diye bağırdı, bu da mı gelecekti başıma?

- Bana yol verdiği gün çok yalvardım. Ayaklarına kapandım. Kabahatimi söylemesi için. Kısaca: "Kocamın arzusu böyle!" diye cevap verdi. Başka bir lâf söylemedi. Dindarlığını bilirsiniz. Bir de şimdi görün onu; ömrü günü ibadetle geçiyor.

 

Don Blas baştakilere yaranmak için, kendi oturduğu engizisyon sarayının yarısını, clariste (3) kadınlara tahsis etmişti. Kadınlar orada yerleşler. Dona Inès'i mihrabın önünde elinizle koymuş gibi bulurdunuz. Orada diz çöküyor, durmadan ibadet ediyordu. Don Fernando:

 

- Demek Don Blas'ı seviyor, dedi.

- Beni kovduğundan bir gece evveldi, dedi ki bana...

 

Fernando onun sözünü kesti:

 

- Neşeli mi?

 

- Ayrıca neşeli değil, ama sessiz sedasız yaşıyor işte. Sizin tanıdığınız zamankinden çok farklı. O eski hoppalıklarından, delişmenliklerinden eser kalmadı; hani köy papazı takılırdı ara sıra.

 

Don Fernando odanın içinde geniş adımlarla dolaşmaya başladı:

 

- Alçak, dedi, bana verdiği yeminleri nasıl da tutuyor. Demek ki beni bu kadar seviyormuş. Bir parça üzülmek yok ha. Halbuki ben...

 

Sancha devam etti:

 

- Efendimize dediğim gibi, ayrıldığımdan bir gece evveldi, dona Inès benimle tatlı tatlı konuştu; gayet iyiydi; aynen eskiden Alcolote'ta olduğu gibi. Ama ertesi gün, bir "Kocam istiyor"dur tutturdu; elime, imzalayıp bir de kağıt tutuşturdu; o kağıt sayesinde sekiz yüz réal'lik bir maaşım var şimdi.

 

Don Fernando:

 

- Versene bakayım şu kâğıdı bana, dedi.

 

Inès'in imzasını öptü öptü.

 

- Benden bahsetmiyor mu?

- Hiç. Hem de o kadar hiç ki bir seferinde ihtiyar don Jaime bile, benim önümde, o kadarsevimli bir ahbabını unuttuğu için kendisine sitem etti. Benzi kül gibi oldu, cevap falan vermedi. Babasını kapıya kadar geçirir geçirmez, döndü kapanıp ibadete başlamak için sarayın kilisesine dar attı kendisini.

- Ben de budalanın biriyim, işte bu kadar. Şimdiden sonra nasıl nefret edeceğim ama ondan. Artık lâfını etmiyelim, Sancha... Ne iyi etmiş de Granata'ya gitmişim, yine ne iyi olmuş da sana rastlamışım... Ee, sen ne yapıyorsun bakalım?

- Granata'nın yarım saat öresinde Albaracen köyü var, orada yerleştim, öte beri alıp satıyorum. Sesini alçaltarak devam etti, iyi İngiliz malları geçiyor elime. Alpujarres kaçakçıları getiriyorlar. Sandıklarımda iki bin réallikten fazla mal var. Hasılı mesudum.

- Anlıyorum, Alpujarres dağlarının efelerinden bir dostun var. Artık seni görmem. Al şu saat de benim yadigârım olsun.

 

Sancha gidiyordu, Fernando onu tuttu: "Gitsem bir görünsem ona, ne yapar acaba?" dedi.

- Kaçar; belki de kendini pencereden atacaktır. Ama sakın yapmayın. Sancha biraz daha Fernando'ya sokularak devam etti, istediğiniz kadar kıyafet değiştirin, gene de, boyuna evin etrafında nöbet bekliyen sekiz on tane hafiyesi sizi yakalayıverir.

 

Don Fernando bu pısırıklığından utandı, başka bir tek kelime ilâve etmedi. Ertesi günden tezi yok, tekrar Majorka'ya hareket etmeye karar verdi.

 

Sekiz gün sonra, nasılsa, Albarcen köyüne bir yolu düştü. Eşkıyalar vali O'Donnel'i yakalamışlar, bir saat çamurun içinde yüzü koyun yatırmışlardı. Don Fernando o esnada telâşlı telâşlı koşan Sancha'yı gördü. Sancha, ona:

 

- Şimdi sizinle konuşacak vaktim yok, evime gelin, diye bağırdı.

 

Sancha'nın dükkânı kapalıydı, kendisi de ipek kumaşlarını kara meşeden yapılmış büyük bir sandığın içine tıkıştırmakla meşguldü. Fernando'ya:

 

- Belki de bu akşam basılacağız, dedi. Bu haydutların reisi, benim kaçakçının düşmanıdır. İlk talan edilecek yer bu dükkân olacaktır. Şimdi Granata'dan geliyorum. Kim ne derse desin, bu Inès çok iyi bir kadın; mallarımın en iyilerini odasında saklıyacak; don Blas kaçak malla dolu olan bu sandığı görmiyecek. Bir aksilik olur da görüverirse, o zaman dona Inès bir bahane bulup onu yatıştıracaktır.

 

Tüllerini, şallarını yerleştirmekte acele ediyordu. Don Fernando onu seyrederken birdenbire sandığın üzerine atıldı, bütün tülleri dışarı fırlattı, onların yerine, sandığın içine kendisi girdi.

 

Sancha korktu, afalladı:

 

- Siz deli misiniz? dedi.

- Al şu altınları; ama ben de bu sandık Granata'daki engizisyon sarayına girmeden, buradan çıkarsam, Allah beni kahretsin. Mutlaka görmek istiyorum onu.

 

Sancha, o müthiş korkusu içinde, bir sürü şeyler söyledi, don Fernando hiçbirini dinlemedi. Bir şeyler daha söyliyecekti, o sırada içeriye Zanga girdi. Zanga Sancha'nın amcasının oğluydu, hammallık ederdi, bugün de sandığı katırına yükleyip Granata'ya götürecekti. İçeri girerken çıkardığı gürültüyü duyunca, don Fernando, sandığın çarçabuk kapağını kafasına kaapttı. Sancha ne olur ne olmaz diye anahtarla kilitleyiverdi.

 

Bir haziran sabahı, saat on bire doğru don Fernando Granata'ya bir sandığın içine girdi, havasızlıktan ha boğuldu, ha boğulacaktı. Nihayet engizisyon sarayına vardılar. Zanga merdivenleri çıkmaya başlayınca Fernando bir ümitlendi; her halde sandığı ikinci kata koyacaklardı; kim bilir, belki de Inès'in odasına.

 

Kapılar kapanıp da el ayak çekilince; Fernando, şu kilidi bıçağımla bir deneyeyim bakayım, dedi. Becerdi de. Sahiden Inès'in odasındaydı; sevincinden âdeta deli olacaktı. Odada kadın elbiseleri vardı. Karyolanın yanında bir haç gördü. Görür görmez de tanıdı. Aynı haç bir zamanlar Inès'in Alcolote'deki küçük odasında dururdu. Inès onı, bir seferinde, şiddetli bir kavgadan sonra odasına getirmiş, sevgilisine ömrünün sonuna kadar sadık kalacağına dair bu haşın üzerie yemin etmişti.

 

Hava sonra derece sıcak, oda karanlıktı. Pancurlar kapatılmıştı. Hind kumaşlarının en hafiflerinden yapılmış perdeler ta yerlere kadar iniyordu. Odanın içindeki derin sukût birdenbire bir su sesiyle bozulmuştu. Köşedeki küçük bir fıskıyeden sular fışkırıyor, biraz yükseldikten sonra siyah mermerden bir havuza dökülüyordu.

 

O kadar hafif bir gürültü don Fernando'yu titretti, halbuki o, hayatında hiç değilse yirmi defa en büyük cesaret imtihanlarını vermişti. Majorka'dayken, çok kere bu odaya nasıl gireceğini düşünür, onun hayaliyle yaşardı. İşte şimdi o odadaydı. Ama o büyük saadeti bulamıyordu burada. Gurbette, yerinden yurdundan uzakta yaşıyan, talihsiz Fernando'nun ruhu sonu gelmiyen felâketlerin azdırdığı çılgın bir aşkla yorulmuştu.

 

Şu anda, o kadar sâf, o kadar mahçup, Inès'in hoşuna gitmemek korkusu tek hissiydi. Biraz sonra, kilisenin saati ikiyi vurduğu zaman, o derin sessizlik içinde mermer merdivenlerden hafif bir ayak sesinin yukarıya çıktığını duydu. Bu sesi duyduğu zaman Fernando az kalsın bayılacaktı. Okuyucularımın, cenup insanlarının o acayip, o heyecanlı mizaçları hakkında bazı fikirleri olabileceğini tahmin etmeseydim Fernando'nun o halini ağzıma bile alamazdım. Biraz sonra ayak sesleri kapıya yaklaştı. Fernando Inès'in yürüyüşünü tanıdı. Vazifelerine bağlı bir insanın ilk anda duyacağı isyanla karrşılaşmağa cesaret edemedi. Sandığın içine saklandı.

 

Sıcak da, karanlık da müthişti. Inès yatağına uzandı. Biraz sonra don Fernando onun, nefes alış tarzından, uyuduğunu anladı. O vakit yatağa yaklaşmaya cesaret edebilirdi. Bunca senedir tek düşüncesi olan Inès'i gördü. Uykusundaki o mâsum, o kendisini terketmiş hal, içine korku verdi. Bu acayip his, onu iki seneden beri görmediğini düşündükçe, bütün bütün arttı. Yüzünün çizgilerinde soğuk, nahoş bir kibarlık ifadesi vardı. Fernando çizgileri tanımıyordu.

 

Bununla beraber, yavaş yavaş, ruhunda onu tekrar görmenin saadeti belirmeye başladı. Üzerindeki yaz elbisesinin yarı dağınık hali o tatsız kibarlık ifadesiyle sevimli bir tezat meydana getriyordu.

 

Inès'in, ilk görüşte, kendisinden kaçacağını iyiden iyiye aklı kesti. Gidip kapıyı kapattı, anahtarını da yanına aldı.

 

Nihayet bütün mukadderatını tâyin edecek an geldi. Inès kımıldandı; uyanmak üzereydi. O anda Fernando'nun içine bir şey doğdu; gitti. Alcolote'ta iken Inès'in odasında duran o haçın önünde diz çöktü. Inès gözlerini açtı, fakat henüz uyku sersemiydi. Birdenbire, Fernando'nun uzaklarda öldüğünü bu haçın önünde gördüğü insanın da onun hayali olduğunu sandı.

 

Yatağının önünde ayakta, elleri birbirine bitişik, bir müddet hareketsiz kaldı. Titrek ve daha ziyade boğuk bir sesle: "Zavallı bedbaht" dedi. Fernando hep diz çökmüş ve onu görmek için yarı dönmüş bir vaziyette duruyor, eliyle haçı gösteriyordu. Bir aralık, teessür içinde, bir kımıldanacak oldu. Inès o vakit tamamıyla uyandı, işin hakikat olduğunu anladı; fırladı, kapıya koştu; kapı kapalıydı.

 

"Ne cesaret diye bağırdı. Çıkınız, don Fernando." Sonra odanın en uzak köşesine, fıskiyenin bulunduğu köşeye doğru kaçtı. Sinirli bir sesle: Yaklaşmayın, yaklaşmayın, diyordu, çıkın." Gözlerinde iffetlerin en lekesizi parlıyordu.

 

- Hayır, sana bir kaç söz söylemeden, çıkmıyacağım; dinle beni. İki senedir seni unutamadım. Gözlerimde gece gündüz senin hayalin. Şu haçın önünde ölünceye kadar benim olacağına yemin etmemiş miydin sen?

- Çıkınız yoksa şimdi bağıracağım, gelip ikimizi de öldürecekler.

 

Zile doğru koştu, fakat Fernando oraya ondan evvel vardı, Inès'i kucakladı, kollarının arasında sıktı. Don Fernando'nun her tarafı titriyordu. Inès bu hal karşısında dayanamadı; bütün kuvveti kesildi, bütün hiddeti dağıldı.

 

Don Fernando kendini aşk ve şehvet hislerine kaptırmadı. Sevgilisine karşı büsbütün hürmetkâr davrandı.

 

Inès'ten daha fazla titriyordu. Çünkü ona karşı sanki düşmanıymış gibi hareket etmişti. Buna rağmen içinde ne kızgınlık, ne küskünlük, hiçbir kötü şey bulamıyordu. Inès

 

- Yoksa, ruhumu cehennemlik etmek mi istiyorsun? dedi, ama hiç olmazsa bir şeye inan, seni çok seviyorum, senden başka da kimseyi sevmedim. Evlendim evleneli nefret ettiğim bu hayatta bir tek dakikam yoktur ki seni düşünmemiş olayım. Unutmak için her şeyi yaptım; ama olmadı; bu, korkunç bir günah. Ahdimde durmazsam diye korkma, Fernando'm; böyle bir şeyi aklına getirebilir misin? Şu gördüğün, yatağımın kenarındaki haça baktıkça, Allah da şahidim ya, gözümün önüne sana verdiğim sözden, Alcolote'taki o küçük odada elimi bu haça uzatarak ettiğim yeminden başka hiçbir şey gelmiyordu. Ah, bu, kara yazımız; bunu sonuna kadar çekeceğiz. Fernando. Bari son günlerimizde mesut olalım.

 

Bu sözler don Fernando'nun bütün endişelerini dağıttı. İşte o zaman saadet başladı: "Nasıl? beni affediyor musun? Beni hâlâ seviyor musun?" Saatler hızla geçiyordu; gün başlamak üzereydi; Fernando ona, sabahleyin sandığı görünce bu fikrin kendisine birdenbire nasıl geldiğini anlattı. Oda kapısının dışında olan büyük bir gürültüyle bu dalgın hallerinden uyandılar. Gürültü don Blas'ın gürültüsüydü. Karısını almaya geliyordu, beraber akşam gezintisine çıkacaklardı. Fernando, Inès'e:

 

- Sıcaklığın fazlalığından dolayı rahatsız olduğunu söyle, dedi. Ben sandığıma giriyorum. Al odanın anahtarını; birdenbire açma, daha doğrusu açamıyormuş gibi yap; tersine falân çevir. Sandığın kilidinin kapandığını duyuncaya kadar oyala.

 

İstedikleri gibi oldu; don Blas bu şaşkınlığını sıcağın fazlalığına verdi. "Zavallı dostum" dedi; onu böyle palas pandıras uyandırdığı için bir sürü aflar diledi; kollarına aldı, yatağına götürdü, okşadı, sevdi, sandığı görünce gözlerini kırparak: "Bu nedir" diye sordu. Polis müdürlük damarı birdenbire kabarmış gibiydi. Inès ona sandığın hikâyesini, Sancha'nın korkularını anlatıncaya kadar o beş altı defa "Böyle bir şey benim evimde" dedi durdu. Sert bir tavırla:

 

- Versenize anahtarı bana, dedi.

- Anahtarı almak istemedim; belki hizmetçilerinizden birinin eline geçer diye. Reddedişim Sancha'nın daha çok hoşuna gitti galiba.

 

Don Blas:

- Durun, dedi. Şurada tabancaların durduğu sandıkta maymuncuklarım olacak, dünyada açmıyacakları kilit yoktur.

 

Yatağın baş ucuna doğru gitti. Bir kasa açtı; içi silah doluydu; oradan aldığı bir deste İngiliz maymuncuğuyle sandığa yaklaştı. Inès pencerelerden birinin pancurunu açtı. Dirsekleriyle pencereye dayanarak dışarıya doğru sarktı; öyle ki don Blas sandığı açıp da Fernando'yu meydana çıkarır çıkarmaz kendini sokağa fırlatabilecekti. Don Blas'a karşı sonsuz bir kini olan Fernando bütün soğuk kanlılığını topladı; hemen aklına bir çare geldi; bıçağının ucunu sandığın kilidinin içine soktu, don Blas da maymuncuklarıyle boşu boşuna uğraştı, durdu. Nihayet, doğrularak:

 

- Acayip, dedi, bu maymuncuklar beni şimdiye kadar hiç mahcup etmemişti. Sevgili Inès'im, gezmemiz gecikti; senin yanında da olsam, bu sandık aklımda oldukça, içim rahat etmiyecek; kim bilir içinde ne var, belki de bir sürü yolsuz evrakla dolu. Rahip, düşmanım. Ben evde yokken bir baskın yapıp; her tarafı araştırmıyacağını kim temin eder? Yazıhaneme kadar bir gideyim, yanıma bu işi benden daha iyi becerecek bir işçi alır, hemen gelirim.

 

Çıktı. Dona Inès kapıyı kapatmak üzere pencereden ayrıldı. Don Fernando ona beraberce kaçmayı teklif etti. Ama bu olmıyacak bir şeydi. Inès: "Sen bu zalim don Blas'ın ne biçim adam olduğunu bilmiyorsun, dedi, birkaç dakika içinde Granata'dan saatlerce uzak yerlerdeki adamlarından haberler alır. Ah, ne olurdu seninle beraber kaçabilseydim. Gider İngiltere'ye, orada yaşardık. Düşün ki bu ev Tanrını günü en gizli köşelerine kadar karıştırılır. Bununla beraber seni saklamak için elimden geleni yapacağım; beni seviyorsan ihtiyatlı ol, çünkü sen ölürsen ben deyaşayamam."

 

Hızlı hızlı kapıya vurulunca sustular. Fernando, elinde hançeri, kapının arkasına saklandı; bereket versin gelen Sancha'ydı. Ona iki kelime ile olanı biteni anlattılar. O. "Ama, madam, dedi, Fernandı'yu sakladığınız vakit düşünmüyorsunuz ki sandık boş kalacak, don Blas arayınca biçbir şey bulamıyacak. Bu kadar zamanda ne konulabilir içine? Ha, az kalsın şaşkınlıkla en iyi haberi söylemeyi unutuyordum: bütün şehir heyecan içinde, don Blas da son derece meşgul. Granda - Palace'daki bir kahvede kıraliyetçi bir fedai mebus don Pedro Ramos'a küfretmiş, o da herifi bıçakladığı gibi öldürmüş. Don Blas'a şimdi, Puerto del Sol'de rasladım. Etrafı zaptiyelerle doluydu. Siz bari Fernando'yu saklayın, şu sandığın içine girsin, ben de gideyim Zanga'yı bulayım da gelip sandığı götürsün. Ama vaktimiz yetecek mi acaba? Siz şu sandığı her şeyden evvel başka bir yere kaldırın da don Blas benden evvel bir geliverecek olursa hepimizin öldüğü gündür." Sancha'nın nasihatları sevgililere fazla dokunmadı. Sandığı loş bir koridora taşıttılar, ondan sonra birbirlerine ayrı geçmiş iki senenin hikâyelerini anlattılar. Inès diyordu ki don Fernando'ya: Sana hiç sitem etmiyeceğim. Ne dersen yapacağım. Çünkü artık ömrümüz uzun sürmiyecek gibime geliyor. Don Blas böyle zamanlarda kendi hayatını da, başkalarının hayatını da nasıl hiçe sayar bilmezsin. Benim seni gördüğümü anlıyacak, anlar anlamaz da beni öldürecek."

 

Bir an, dalgın bir hallde, düşündükten sonra: "Hoş, yaşasam da ne bulacağım onunla sürülen hayatta?" dedi. "Yine de günahkâr olacak değil miyim?"

 

Sonra Fernando'nun boynuna atıldı: "Şu anda benden daha mesut kadın yok, diye bağırdı, tekrar görüşebilmemiz için bir imkân bulursan, bana Sancha ile haber gönder; unutma ki Inès adında bir kölen var."

 

Zanga geldiği vakit artık gece olmuştu. İçinde Fernando'nun saklı bulunduğu sandığı yüklendi. Birkaç yerde zaptiyeler tarafından sorguya çekildi. Liberal mebusu dört bir yanda arıyorlar, bulamıyorlardı. Zanga sandığın don Blas'a ait olduğunu söylüyor, onun üzerine zaptiyeler de geçmesine müsaade ediyorlardı.

 

Zanga'yı, son defa olarak, mezarlık boyunca uzıyan bir yolda durdurttular, biraz alçakta olan yol, mezarlıktan bir omuz yüksekliğinde bir duvarla ayrılıyordu. Zanga yükümü duvara dayıyayım da bir dinleneyim dedi. Zaptiyelere cevap verirken sandık da duvarın üstünde duruyordu.

 

Nihayet, don Blas'a karşı gelmek korkusuyle, yükünü son defa olarak sırtına vurdu. Telâşla sandığı öyle bir vaziyette tuttmuştu ki içerisinde Fernando baş aşağı gelmipşti. Bu vaziyette taşınmanın Fernando'ya verdiği rahatsızlık, yavşa yavaş, dayanılmaz bir hal almaya başladı. Varacakları yere az kaldığını düşünerek ümitleniyordu. Ama bir aralık baktı ki sandıkta hareket falân yok, sabrı tükendi. Sokakta büyük bir sessizlik hüküm sürüyordu. Şöyle bir hesapladı. Vakit en aşağı, gecenin dokuzu olmalıydı. "Eline birkaç para versem, Zanga kimseye bir şey söylemez her halde"  diye düşündü. Can acısından bitmiş bir halde, yavaşça dedi ki: "Sandığı tersine çevir, ölüyorum."

 

Günün bu kadar biçimsiz bir saatinde mezarlık duvarının dibinde bulunmayı pek de soğuk kanlılıkla karşılamıyacak olan hammal, kulağının hemen yanı başında duyduğu bu sesten fena halde ürktü; bu olsa olsa bir hortlağın sesi olmalıydı; tabanları kaldırdığı gibi kaçmaya başladı. Sandık duvarın üstünde kalakalmıştı. Don Fernando'nun acısı gittikçe artıyordu. Zanga'dan hiçbir cevap alamayınca, orada bırakıldığını anladı. Başına gelecek ne olursa olsun, sandığı açmağa karar verdi; şiddetli bir hareket yaptı. Yapmasıyle de mezarlığın içine yuvarlanması bir oldu.

 

O kadar fena yuvarlanmıştı ki birkaç dakika kendine gelemedi. Sandığın kilidi düşmenin şiddetiyle kendiliğinden kırılmıştı. Fernando başının üzerinde yıldızların parladığını gördü. Yeni gömülmüş bir ölünün mezarı üstündeydi. Inès'in başında dolaşan tehlikeyi düşündü. Bu düşünce ona bütün kuvvetini geri verdi.

 

Her tarafı yara bere içindeydi, birçok yerlerinden kanlar akıyordu. Bununla beraber kalkmaya muvaffak oldu; biraz sonra da yürümeye. Güç belâ mezarlığın duvarından aşağıya indi, doğru Sancha'nın evine gitti. Onu öyle kan revan içinde görünce: "Doğrusu, dedi, bizi iyi bir hale soktun." İkisi de mezarlıkta kalan sandığı oradan kaldırmak için geceden istifade etmek lâzım geldiği bahsinde müttefiktiler. Sancha: "Eğer, dedi, don Blas'ın hafiyeleri bu musibet sandığı yarın orada bulacak olurlarsa ben de, dona Inès de, öteki dünyayı boyladı demektir."

 

Don Fernando:

- Şüphesiz kan lekeleri de vardır üstünde, dedi.

 

Bu işi becerebilecek tek adam Zanga idi. Tam onun lâfını ederlerken o da Sancha'nın kapısını çaldı. Sancha ona:

 

- Bütün anlatacaklarını biliyorum, dedi. Sandığımı bıraktın, kaçtın değil mi? Bütün kaçak mallarım orada mezarlıkta kaldı. Gördün mü başıma geleni? Bak şimdi ne olacak sana söyliyeyim: Don Blas seni ya bu akşam, ya yarın sabah sigaya çekecek, ne cevap vereceksin?

- Eyvah, yandım.

- Sandığı engizisyon sarayından çıkardıktan sonra buraya, benim evime getirdiğini söylersen kurtulursun.

 

Yeğenine ait eşyayı öyle tehlikeli bir halde bırakmış olduğu için Zanga'nın canı sıkılıyordu; ama hortlaktan korkmuştu. Şimdi de don Blas'tan korkuyordu; Sancha ona, kimseyi mesul durumda bırakmamak için polis müdürüne yolda ne cevap vermesi gerektiğini anlatıyor, gelgelelim o, bu anlatılanları öyle uzun boylu anlıyabilecek bir halde görünmüyordu. Birdenbire ortaya çıkan Fernando:

 

- Al sana on ducat (4), dedi. Ama Sancha'nın sana anlattıklarını hele bir iyi söyleme, bil ki seni öldürecek hançer budur.

 

Zanga:

- Siz de kimsiniz beyim? dedi.

- Kıraliyetçi askerlerin harıl harıl aradıkları zavallı bir negro.

 

Zanga serseme dönmüştü. Hele bir de don Blas'ın adamlarından iki zaptiyenin içeriye girdiklerini görüverince az kalsın yüreği ağzına geliyordu. Zaptiyelerden biri onu yakaladığı gibi doğru reislerine götürdü. Öteki sadece, Sancha'ya, engizisyon sarayından kendisini istediklerini haber vermeğe gelmişti. İstemelerinin sebebi de, pek o kadar korkulacak gibi bir şey değildi.

 

Sancha onunla biraz şakalaştı, nefis bir rancio şarabı ikram etti. Gevezelik damarlarını ayaklandırmak; ağzından biraz lâkırdı almak, söylediklerini de bir kenara saklamış olan Fernando'ya işittirmek istiyordu.

 

Zaptiye Zanga'nın hortlaktan nasıl korkup da kaçtığını, bir meyhaneye nasıl beti benzi ölü gibi girdiğini, orada başından geçenleri halka nasıl anlattığını bir bir tekrar etti. O kıraliçeyi öldüren negro'nun, yahut da liberalin - her ne ise - takibine memur hafiyelerden biri, meğer, tam o sırada meyhanedeymiş. Koşup bu haberi don Blas'a yetiştirmiş. Zaptiye: "tabii, diye ilave etti: Bizim müdür de enayi değil ya, ehil adam; Zanga'nın duyduğu sesin mezarlıkta saklanmış olan negro'nun sesi olduğunu şıp diye anladı. Sandığı aramak üzere beni yolladı. Biz de gittik, sandığı bulduk; sandığın ağzı açıktı, üstünde de kan lekeleri vardı. Don Blas bu işe çok şaştı, işte nihayet de beni buraya yolladı. Ne ise, haydi gidelim."

 

Sancha zaptiye ile beraber engizisyon sarayına gitmek üzere yola düştüğü zaman, içinden: "Inès de, ben de, ikimiz de öldük, diyordu. Don Blas sandığı görür görmez, tanımıştır; şu anda da evine bir yabancının sokulduğunu biliyor."

 

Gece zifir gibi karanlıktı. Soncha bir aralık kaçmayı düşündü: "Ama, dedi sonra, dona Inès'i o halinde yalnız bırakmak âdilik olur. Şu anda ne cevap vereceğini bilemiyordur zavallı."

 

Engizisyon sarayına geldikleri vakit kendisini ikinci kata çıkardıklarını, hele bir de dona Inès'in odasına soktuklarını görünce şaşırdı. Sorgu yerinin hali pek hayra alâmet değildi. Odanın içi ışıklarla donatılmıştı. Dona Inès'i bir masanın kenarına oturmuş, don Blas'ı da ayakta durur bir halde buldu. Müdürün gözleri pırıl pırıl yanıyordu. Uğursuz sandık, ağzı açık olarak, önlerindeydi. Her tarafı baştan başa kana bulanmıştı. Don Blas Zanga'ya bir takım sualler sormakla meşguldü; Sancha içeri girince Zanga'yı hemen oturttular. Satıcı kadın kendi kendine düşünüyordu: "Acaba bizi ele verdi mi? Ne biçim cevaplar vereceğini söylediğim vakit meramımı anladı mı acaba? Dona Inès'in hayatı onun elinde." Sancha, cesaret vermek için dona Inès'e baktı. Fakat onu görünce hayret etti. O kadar çekingen bir kadın nasıl oluyordu da bu kadar cesaretlşi olabiliyordu?

 

Sancha, don Blas'ın suallarine verdiği cevapların daha ilk kelimelerinde bir şeye dikkat etti. Her zaman pekâlâ aklı başında olan bu adam o gün deli gibiydi. Bir aralık, kendi kendine: "Mesele meydanda" diye mırıldandı. Bu sözü Sancha gibi dona Inès de duymuştu. Sade bir eda ile: "Bu kadar çok mum odayı hamama çeviriyor" diyerek pencereye doğru yürüdü. Sancha onun birkaç gün evvelki tasavvurunu bildiği için bu hareketine de mâna verdi. Birdenbire sinirleri boşandı: "Bu adamlar beni öldürmek istiyorlar, diye bağırdı, don Pedro Ramos'u kurtardım diye." Hızla Inès'i yakaladı.

 

Bir sinir buhranının şaşkınlığı içinde, yarı anlaşılır, yarı anlaşılma bir tarzda bir takım şeyler anlatıyordu. Bu sözlere göre Zanga'nın, içi eşya dolu sandığı Sancha evine getirdiğinden biraz sonra üstü başı kan içinde bir adam, elinde bir hançerle odadan içeriye dalmış, "Kıral taraftarı bir askeri öldürdüm, adamın arkadaşları beni arıyorlar, imdadıma yetişmezseniz gözünüzün önünde kesecekler beni" demişti.

 

Sancha kendinde değilmiş gibi bağırdı:

- Şu elimdeki kanlara bakın, beni öldürmek istiyorlar.

Don Blas soğuk bir eda ile:

- Devam edin, dedi.

- Don Ramos bana dedi ki: Hiéronymite'lerin manastırının başpapazı amcam olur. Onun manastırına bir atabilirsem kendimi, kurtuldum demektir. Elim ayağım titremeğe başladı. O aralık gözü sandığıma ilişti. Tam da İngiliz tüllerimi içine yerleştirip dolduruyordum. Birdenbire içindeki eşyayıdışarı fırlatmağa başladı. Ondan sonra da kendi girdi sandığın içine. "Çabuk kilidi üstüme kapatın, hiç vakit kaybetmeden de sandığı Hiéronymite'lerin manastırına taşıttırın" dedi. Elime de bir avuç para tutuşturdu. İşte onlar da burada. Yolsuz hareketimin karşılığı olan bu para içime dehşet...

 

Don Blas:

- Dalavere istemez, diye bağırdı.

Sancha devam etti.

- Dediğini yapmazsam beni öldürür diye korktum. Sol elinde hep, ucundan o kıraliyetçi askerin kanı damlıyan bir hançer tutuyordu. Ne yalan söyliyeyim, korktum doğrusu. Zanga'yı çağırdım, sandığı aldı, manastıra götürdü. Ben de...

 

Sancha'nın vakit kazanmak istediğini keşfeden don Blas.

- Yeter, dedi, ağzını açıp bir kelime daha söyliyeyim deme, öldüğün gündür.

 

Don Blas Zanga'yı getirmeleri için işaret etti.

 

Sancha her vakit pek sakin olan don Blas'ın o gün deli gibi bir hale geldiğine dikkat ediyordu. İki senedir sadakatinden emin olduğu insan hakkında şüpheleri vardı. Sıcak onu mahvetmişe benziyordu. Buna rağmen, zaptiyelerin getirdiği Zanga'yı karşısında gördüğü zaman hızla üstüne atıldı, kolundan yakaladı.

 

Sancha, kendi kendine: "İşte nihayet meşum saat geldi çattı dedi. Dona Inès'in de benim de hayatlarımızın ne olacağını bu adam tâyin edecek. Gerçi şimdiye kadar bana sadıktı; ama bu akşam, hortlağın korkusu bir taraftan, don Fernando'nun hançerinin korkusu bir taraftan, ne söyliyeceğini Allah bilir artık."

 

Don Blas'ın ellerinde fena halde sarsılmış olan Zanga alık alık bakıyor, hiçbir cevap vermiyordu. Sancha: "Ah, Yarabbim, diye düşündü. Şimdi ona doğruyu söyliyeceğine dair yemin ettirecekler; o da sofu mu sofu, bir türlü yalan söyliyemiyecek." Bereket versin don Blas'ın aklına yemin ettirmek gelmedi. Nihayet Zanga, yarı korkudan, yarı da Sancha'nın bakışları altında tehlikenin büyüklüğünü sezmesinden olacak konuşmağa başladı. İhtiyatkârlığından mı, yoksa düpedüz şaşkınlığından mı, her ne ise, izahatı eni konu müphem kaçtı. Anlattığına göre Sancha kendisini çağırmıştı. Biraz evvel sayın polis müdürünün sarayından getirdiği sandığı yeniden onunla gönderecekti. Sandık Zanga'ya evvelkinden epey ağır gelmişti. Mezarlığın yanından geçerken takati tükenmiş, sandığı mezarlığın duvarına dayamıştı. Kulağına yalvaran bir insan sesi geldi. "Onun üzerine kaçtım" dedi.

 

Don Blas onu suallere boğuyordu, fakat kendisi de yorgunluktan bitmişti. Vakit, gece yarısını bir saat geçiyordu; istintakı ertesi sabaha bıraktı. Zanga hala konuşuyordu. Sancha eskisinden de olduğu gibi, Inès'ten onun odasının yanındaki küçük odada yatmak için müsaade istedi. Don Blas bu hususta konuşulanlardan her halde hiçbir şey duymamıştı. Fernando'yu düşündükçe içi titreyen Inès geceleyin kalktı, Sancha'nın yanına gitti. Sancha ona: "Don Fernando şu anda emniyette madam, dedi. fakat siin hayatınız oldun, onunki olsun pamuk ipliğiyle bağlı. Don Blas fena kuşkulanıyor. Yarın sabah Zanga'yı adam akıllı tehdit edecektir, keşişin onun üzerinde bir hayli nüfuzu vardır; kim bilir, belki de onu kullanıp bütün sırları ağzından alacaktır Benim öğrettiğim sözler, nihayet, ilk anın tehlikesini önlemek içindi."

 

Dona Inès ona, o her zamanki yumuşak edasıyla;

- Sen kaç, Sancha'cığım, dedi.

 

Nihayet gelip çatmasına birkaç saat kalmış olan akibet onu hiç heyecanlandırmıyor gibiydi. Devam etti:

- Bırak, ben yalnız öleyim. Mesut öleceğim; yanımda Fernando'nun hayali. Onu iki senelik bir hasretten sonra tekrar gördüm ya. Bunun saadetini bir canla ödemişim, çok mu? Benden hemen ayrılmanı emrediyorum. Aşağıya, büyük bir avluya iner, kapımın yanında saklanırsın. Umuyorum ki kurtulacaksın. Senden yalnız bir şey rica ediyorum. Şu elmas haçı don Fernando'ya ver. De ki: ölürken Inès senin Majorka'dan dönmüş olduğunu şükranla hatırlıyacak.

 

Gün doğup da sabah çanları çalmaya başlayınca dona Inès kocasını uyandırdı. Ona, sabah ayinini dinlemek üzere, Clariste'lerin manastırına gideceğini haber verdi. Hiçbir cevap vermiyen don Blas, kendisi de evde olduğu halde, karısının yanına hizmetçilerden dört tane adam taktı.

 

Kiliseye girince, Inès, gitti, rahibelere ayrılan yerin demir parmaklıklı kapısının önüne oturdu. Bir dakika sonra, don Blas'ın, karısının yanına kattığı muhafızlar, demir parmaklıklı kapının açıldığını gördüler. Dona Inès içeriye girdi. Gizli bir sebep yüzünden rahibe olmaya geldiğini, ölünceye kadar manastırdan çıkmıyacağını söyledi. Don Blas, biraz sonra karısını almağa geldi. Ama, başrahibe vaziyeti piskoposa bir defa haber vermişti. Piskopos don Blas'ın bağırıp çağırmalarına karşılık babaca bir tavır takındı. Dedi ki: "Ünlü dona Inès Bustos y Mosquera, sizin meşru karınızsa, nefsini Tanrıya hasretmeye şüphesiz hakkı yoktur. Ama dona Mosquer bundan şüphe ediyor. Sakın bu evlenme bâtıl bir evlenme olmasın."

 

Kocasıyle mahkemede olan dona Inès, birkaç gün sonra, yatağında, hançer yaralarıyle delik deşik edilmiş bir halde bulundu. Ayrıca don Blas'ın meydana çıkardığı bir cinayet neticesinde de, Inès'in babasıyla don Fernando'nun, Granata meydanında kafaları kesilmişti.

 

STENDHAL

 

* 1829 olmalı, dizgi hatası

1 - Üç bin frank.

2 - Asillere tatbik edilen bir çeşit boğma usulü.

3 - Saint - Claire tarikatına mensup rahibeler.

4 - O zamanın bir nevi altın parası.


ANA SAYFA