Cemal Süreya'nın Mola adlı şiirini ilk
kez ne zaman, nerede okumuştum, anımsamıyorum. Ama, "Ben asker değilim
nişanlıyım" diye biten şiirinin son dizesini okuyunca, yolda ansızın üstüme bir
elektrik teli kopup düşmüş gibi, bir an sarsıldığımı nasıl unuturum...
Biz erkekler, aradan kırk yıl da geçse,
bir türlü "terhis olup" unutamayız geçici askerliğimizi, bilirsiniz. Bu şiir de
Cemal Süreya'nın askerliğiyle ilgili. Kim bilir kaç yıl sonra gene birden
askerliğini anımsamış. Üstlerinden "generalim", "yüzbaşım" diye söz ederken,
astlarına "Çavuş", "Asker" diye seslenmesine bakılırsa, Cemal Süreya da asteğmen
/ yedek subay olarak yapmış askerliğini. Zaten, o yıllarda liseyi bitirenler de
askerliklerini yedek subay olarak yaparlardı.
O kışla düzeni içinde ve o günkü
anlayışa göre disiplinli bir ordunun subay-er ilişkisine yakışır bir kesinlikle
komutanı gene "Asker, su ver!" diye buyurunca;
"Ben asker değilim, nişanlıyım!" diyor,
demek artık gün sayan hülyalı asker...
Ola ki askerliği de o günlerde yeni
bitirmiş olduğum için, günlerce dilimden düşmemişti bu dize, yaşıtım şiir sever
birçok dost gibi: "Ben asker değilim, nişanlıyım..."
Ama, yıllar sonra Metin Demirtaş'ın,
Anadolu Ekini adlı derginin 15 Şubat 1991 tarihli 11. sayısında çıkan "Bir
Şiirin İki Anlamı" adlı yazısını okuyunca, insanın gene aynı biçimde şaşırmış,
sarsılmıştım, tıpkı Metin Demirtaş gibi; Cemal Süreya'nın bu dize ile ilgili
açıklamaları karşısında.
Metin Demirtaş, bir yıl önce 9 Ocak
1990'da ölen şairin anısına kaleme aldığı ve "Toprağında şiir çiçeklerin çok
olsun diyerek..." diye bitirdiği bu yazısında, "Mola" şiiriyle ilgili Cemal
Süreya ile aralarında geçen bir konuşmayı aktarmaktadır.
Bu yazıdan öğrendiğimize göre, 1974 yılı
Mart ayında Ankara'ya gitmiştir Metin Demirtaş ve Remzi İnanç'ın konuğu olarak
katıldığı bir ozanlar ve yazarlar sofrasında da Cemal Süreya ile yan yana
düşmüştür. Bir süre sonra konuşmaların arasında şiirler okunmaya başlanınca,
Metin Demirtaş önce Cemal Süreya'nın isteği üzerine Apollinaire'in 'Mirabeau
Köprüsü' şiirine göndermelerde bulunan bir şiirini, ardından da Cemal Süreya'nın
"Mola" adlı şiirini okumuştur.
Sonra da, bu şiirini çok beğendiğini
belirterek, "Ne güzel. Biri askere 'Hey asker su ver asker" diye sesleniyor, siz
askere 'Ben asker değilim, nişanlıyım' dedirtiyorsunuz. Yani askerlikte
'nişanlıyım' dedirtip, nişanlılığı, yaşamın o güzel dönemlerinden birini
güzelleştiriyorsunuz." diye şiirin son dizesinin çarpıcılığını vurgulamaya
kalkışınca, hemen sözünü kesmiştir Cemal Süreya.
"Yoo, hayır Metin!" demiştir. "Ben onu
demek istemiyorum. Askerlikte, bilirsin, acemi talimi sırasında onbaşı, çavuş
olacakların sol omuz kol üstüne yatay bir şerit takılır, ona nişan denilir. Yani
onbaşıdan bir önceki rütbe. Ya da adı üstünde, nişan."
Metin Demirtaş, şaşkınlıklar içinde
karşı koyunca da:
"Ama bu böyle!" demiştir kesin bir
dille.
Oysa, madalya vb. karşılığı olarak da
kullanıldığı belirtilen bu Farsça "nişan" sözcüğünün, askerlikteki en küçük
rütbe anlamına da geldiğine dair Türkçe sözlüklerde hiçbir bilgi verilmemektedir
gördüğümüz kadarıyla. Dolayısıyla, "nişan" ve "nişanlı" sözcüklerinin hemen
herkesçe evlenmeye karar vermiş kızla erkek anlamında yorumlanacağını, hiç
kimsenin bu sözcüğü askerlikteki en küçük rütbe olarak algılamayacağını Cemal
Süreya gibi bir ozanın bilmemesinin olanağı var mıdır Allah aşkına? Ancak, Cemal
Süreya şiirinin tılsımı da hep son dizelerde saklı, sanki... Örneğin, "Sürek
Avı" şiirinin "Bütün tavşanlar homoseksüeldir sülalesinden"; "Hür Hamamlar
Denizi" şiirinin "Enflasyon parasıyla otuz lira"; "Aşk" şiirinin "sonrası iyilik
güzellik"; "Gül" şiirinin "Ve zurnanın ucunda yepyeni bir çingene" vb. "mısra-ı berceste" düşürerek bitivermesi bir şokla...
Metin Demirtaş, "bunu şiirin bir zaafı
olarak el e almıyorum, belki şiirin zenginliği bu, özgün bir yanı," diye
dövünüyor yazısının sonunda. Çünkü, bu anısını daha sonraki yıllarda Nihat
Behram'a aktarmış, o da kendisi gibi düşünüyormuş. Ama Cemal Süreya ile bir daha
karşılaşamamış, dolayısıyla yeniden soramamış ona, başkalarıyla da tartışarak
çoğalttığı sorularını, ne acı...
Gerçekten, o eğretilemeleri, o imgeleri
şairlere çağrıştıran olayların, olguların, nesnelerin, kişilerin ne
olduklarının, kişiliklerinin, kimliklerinin, öykülerinin de bir önemi var mıdır
acaba yeniden üretilebilen için, okur açısından?
Diyelim, Cemal Süreya'nın sevişirken
soluk soluğa dörtnala koşan "kırmızı atı"nın, Nazım'ın "kızıl kanatlı kızıl
atları" ile ilgili hiçbir ilişkisi yok ki, donu bile kırmızı değil belki onun.
Ama varsayalım, kışın dişlerinin bile kırmızıya kestiği söylenilen pancar
işçilerinin bozkır ayazında soluk soluğa pancar sökerken, burunlarının önünde al
yeleli atlar gibi buğulanıp uçuşuveren kırmızıya kesmiş soluklarından
esinlenilmiş olsun Cemal'in atı da... Ne önemi var ki...
Orhan Veli de, "Bir İş Var" adlı
şiirini, öyle sanıldığı gibi masa başında filan değil, Üsküdar'dan Beşiktaş'a
geçerken motor daha tam yanaşmadan, acele edip rıhtıma atlamaya kalışmış ve
ayağı kayıp denize düşünce can havliyle söylemiş meğer. Tam anlamıyla ölümle
burun buruna gelmiş olmalı ki, suyun içinde çırpınırken, kendisini kurtarmaya
çalışanlara bir yandan da "Her gün bu kadar güzel mi bu deniz? / Böyle mi
görünür gökyüzü her zaman?" diyormuş ciyak ciyak, "İmdaaat!" dermiş gibi.
Motorcular, motor yolcuları
kurtardıkları bu sıradan kişinin bir şair olduğunu nereden bilsinler? Sonra da
oturmuş rıhtıma,

Her gün bu kadar güzel mi bu deniz?
Böyle mi görünür gökyüzü
her zaman?
Her zaman güzel mi bu kadar,
Bu eşya, bu pencere?
Değil,
Vallahi değil;
Bir iş var bu işin içinde.
diye gerisini getirmiş hemen.
Gerçekten, yaşama dört elle sarılmanın
ne demek olduğunu, dört elle sarılmak gerektiğini başka nasıl anlatabilir ki
insan?..
Höyük kazılarıyla şiirlerin öykülerini
de öğrenmek, onları daha bir insansı, daha bir insan ısılı mı kılıyor ne?
Sanki...
Orhan Veli'nin şiirlerinin öykülerini
Şeref Özsoy dert edinmiş kendine. Neredeyse yarım yüzyıl sonra şairler konuşmuş
kişileri bir bir saptayıp peşine düşmüş, konuşmalarını derleyip onların
tanıklığında kuyumcu işi bir kazıya girişmiş iğneyle...
Şeref'in nasıl bir Orhan Veli çılgını
olduğunu zaten nicedir biliyordum. Kitap fuarlarında tek başına Orhan Veli
gösterileri yapıyordu tek sayfalık "yaprak"lar çıkarıp. Sahaf sahaf dolaşıp ne
bulursa topluyordu onunla ilgili. Hatta Taksim Anıtı'nın önünde Orhan Veli
toplantıları bile düzenliyordu tek başına, biliyordum. Orhan Veli üzerine, küçük
dergilerde çıkmış birkaç yazısını da getirmişti okumam için. Küçük öykücükler,
anılar, notlar, içeren gerçekten o şirin yazıları okuyunca, aklım sıra Orhan
Veli üzerine daha kapsamlı bir çalışma yapması için yüreklendirmeye çalışmıştım
Şeref'i. Ama inanın, böyle bir kitapla karşılaşacağımı aklımın köşesinden bile
geçirmemiştim kesinlikle. Özenli baskısı, cildi, kağıdı, cüssesiyle de dört
dörtlük KANIK'sadığım biri ORHAN VELİ (Ayna Yayınları) adlı kitabını görünce,
gerçekten çok şaşırdım. Hele hele okuduktan sonra... Güya şiirini seviyordum,
ama o kadar az tanıyormuşum ki meğer Orhan Veli'yi...
Örneğin, Orhan Veli'nin ilk yıllarda
bazı şiirlerini Mehmet Ali Sel imzasıyla yayımladığını; Yusuf Ziya Ortaç'ın,
şiirlerinden dolayı Orhan Veli, Oktay Rifat ve Melih Cevdet için okurlarına
"Sizi bu ahlaksızların yüzlerine tükürmeye davet ediyorum" diye yazdığını; Orhan
Veli'nin adının ikisi İstanbul'da Bakırköy-Bahçelievler'de ve ve Yakacık
Sultanbeyli arasında, diğeri de Yalova'da olmak üzere üç küçük sokak ile doğduğu
yer olan Beykoz'da da küçük bir parka verildiğini; Orhan Veli, Oktay Rifat ve
Melih Cevdet'in şiirlerinin daha Varlık dergisinde çıkmaya başladığı günlerde
Ataç'ın, "Yarın nasıl olsa siz de herkese uyarak mutlaka okuyacaksınız ve
seveceksiniz, n'olur şimdi kendiniz keşfedin bu yeni şiiri" diyerek neredeyse
bağıra bağıra yalvardığını yeni öğrendim bu kitaptan.
Örneğin, Nazım Hikmet'in, Budapeşte
radyosunda yaptığı konuşmalardan birinde, "Şimdi size söyleyeyim; Mesela benim
bavulumda neler var, bir defa tabii Orhan Veli var. Öyle sanıyorum ki Orhan Veli
bizim en güzel şairlerimizden biri. Çok genç öldü, yazık oldu, ama ölümsüz."
dediğini biliyordum, okumuştum. Fakat, Orhan Veli ile karşılıklı şiirler yazarak
birbirleriyle atıştıklarını, Orhan Veli'nin "Kuyruklu Şiir" ile "Cevap", hatta
"Kızılcık" adlı şiirlerini Nazım'ı eleştirmek (*) için yazdığını,
Nazım'ın yıllar sonra, Karadeniz kıyısındaki bir dinlenme köyünde yazdığı
"Denizin Üstünde Ala Bulut" adlı şiiriyle Orhan Veli'nin "Hürriyete Doğru" adlı
şiirine yanıt verdiğini, bilmiyordum, işitmemiştim hiç.
Örneğin, Orhan Veli, Oktay Rifat ve
Melih Cevdet'in yanlarına Sabahattin Eyuboğlu ile Mahmut Dikerdem'i de alıp
Yahya Kemal'in çağrılısı olarak Ankara'da, Karpiç Lokantası'nda 1949 yılında
birlikte yemek yediklerini ve karşılıklı şiirler okuduklarını, Oktay Rifat'ın
okuduğu "Yalancı Dolma" adlı şiirini Yahya Kemal'in kendisine karşı yapılmış
çirkin bir şaka olarak değerlendirip öfkelendiğini, bu nedenle de Orhan Veli'nin
bir daha rastlaştıklarında okumak üzere "Efsane" adlı şiirini yazdığını,
rastlaşıp okuduğunda da Yahya Kemal'in şiiri beğenip "Siz biraz daha gayret
etseniz bizi de geçeceksiniz" dediğini, Orhan Veli'nin ise "Aman efendim, biz
bunları alay olsun diye yazıyoruz." diye yanıtladığını, Yahya Kemal'in de ola ki
bu öfkeyle, daha sonra "Ahmet Haşim şiirden ne anlar, Nazım Hikmet şair falan
değildir. Sait Faik çok şişirildi, Oktay Rifat da Orhan Veli de çok cahil ve
geri kimselerdir." dediğini gerçekten bilmiyordum.
Kısacası Şeref Özsoy'un alabildiğine
alçakgönüllü ve o denli de içtenlikli çalışmasından hem büyük keyif aldım
okurken, hem de çok şey öğrendim vesselam.
Vedat Günyol Hoca'nın Orhan Veli şiiri
hakkındaki düşüncelerini de bu kitaptan, yeni öğrendim örneğin.
Şeref Özsoy, Orhan Veli ile ilgili
anıları derlerken, halen "İnsan Hakları" dersi verdiği Maltepe Vakıf
Üniversitesi'ne gidip bularak Vedat Günyol'la da konuşmuş. Önce, "Orhan Veli'yi
arada bir görürdüm. Selamlaşırdık. Çok efendi, çok saygılı bir insandı," diye
anılarını anlatan Günyol Hoca, "Orhan Veli, Melih Cevdet, Oktay Rifat üçlüsünün
en şairi, bence insanı can evinden vuran dizeleriyle bütünlük içerisindeki şair
Oktay Rifat'tır." deyip Oktay Rifat'ın kendi şiir okulunu kurabildiğini, Orhan
Veli'nin ise "ömrü yetmediği için" bir okul kuramadığını belirttikten sonra da,
Orhan Veli "şiiri bir çeşit düzyazı havasına sokan insandır," diye eklemiştir,
Şeref'in yazdığına göre.
Gerçekten, Günyol Hoca, "şiiri düz yazı
havasına sokan kişi," derken, Orhan Veli'nin veya şiirinin hangi yanını
vurgulamak istemiştir acaba? Doğrusu, bu yargıyı okuyunca bir süre takıldım
kaldım kitabın o sayfasında.
Elbette, "şiiri düz yazı havasına
sokmak," derken, düzyazı şiiri, eskilerin deyimiyle "mensur şiiri" kastetmiş
olamaz Günyol Hoca, olanaksız.
Biliyorsunuz, düzyazı (nesir) kavramı
edebiyatımıza on dokuzuncu yüzyılın sonlarında girmiştir, edebiyat sözcüğüyle
birlikte. Yani dilimizde, o tarihlere kadar "edebiyat" kavramı da yoktur ve
"şiir" sözcüğüyle bu kavram da anlatılmaktadır bir anlamda.
Nitekim, Yahya Kemal, "Yunanlıların ve
bilhassa Latinlerin nesir dedikleri nesir, hulasa bugün aydınlığının
hudutsuzluğuyla insanları insan eden nesir Araplar'da da yoktu, Acemler'de de
yoktu. Biz zavallı Türkler Arap ve Acem'in tilmizleri olduğumuz için, ayrıca da,
kendi milli kusurumuz olarak, az yazdığımız için nesirsiz kaldık." diye
yazmaktadır ta 1920'lerde. Hemen ardından da "Asıl edebiyat nesirdir,"
demektedir. (Yahya Kemal, Edebiyata Dair, İstanbul Fetih Cemiyeti 1984, s.70.)
Sabahattin Eyuboğlu da "Divan
edebiyatından çıkarken bize kuvvetli şairden çok, kuvvetli nesir lazımdı. Üstad
Yahya Kemal'in sık sık tekrarladığı gibi, asıl edebiyat nesirdir. Gerçekten de,
Avrupa'da edebiyat denince akla önce nesir gelir. Bizde de Tanzimattan sonra
başlamıştır." demektedir, ta 1939'da "İnsan" dergisinde çıkan "Namık Kemal Yahut
Manzum Nesir" adlı yazısında. (Bütün Yazıları, Cem Yayınevi, İstanbul 1981, c-1,
s.99.)
Yüzyılın ilk çeyreğinde Enderunlu Vasıf,
Keçecizade İzzet Molla gibi şairler her ne kadar hala şiir yazmayı sürdürmekte
iseler de Divan şiirinin son büyük ustası Şeyh Galip'in 1799'da ölmesiyle o
görkemli Osmanlı şiiri 19. yüzyıla girilir girilmez sanki bıçakla
kesilirmişçesine sona ermiş, neredeyse bütün yüzyıl boyunca da bir başka büyük
şair daha yetişmemiştir. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren yetişen genç
şairler de, ilginçtir, sanki nazımdan çok nesirle uğraşmakta ve şiiri bile
nesirde aramaktadırlar artık.
Ancak, aydınlarımızın, Osmanlı
edebiyatındaki bu büyük ve köklü değişimin de Tanzimat'la başlayan Batılılaşma
politikalarının bir doğal sonucu olarak, Batı edebiyatının bir kopyası şeklinde
gerçekleştirildiğinden, artık her ne hikmetle ise, hala şuncacık kuşkusu yoktur,
bilindiği gibi.
Doğrusu, Osmanlı aydınlarının oyun,
öykü, roman gibi türlerde ilk ürünlerini Batı edebiyatından görüp esinlenerek,
hatta öykünerek verdiğini yadsıyabilmek elbette olanaksızdır. Ancak,
Osmanlılardaki Batılılaşma hareketlerinin ta 18. yüzyılın ilk günlerinden
itibaren başladığı, örneğin Paris'e ilk büyükelçi olarak giden Yirmi Sekiz
Mehmed Çelebi'nin "Sefaretname" adlı ünlü raporuyla daha 1700'lü yılların
başlarında Batı'daki gelişmelerle ilgili geniş bilgi aktardığı ve matbaanın
ülkemize gelmesine öncülük ettiği bilindiği halde, oyun, öykü, roman gibi
türlerin Batı'dan alınması için tam 150 yıl beklenmiştir. Aradan bunca uzun
zaman geçmesini zorunlu kılan neden ise, bizce hiç kuşku yok ki, "şiir" ile
"düzyazı" arasındaki köklü bir yazınsal farklılıktan, "düzyazı" ile "anadil"
arasındaki "olmazsa olmaz" ilişkiden kaynaklanmaktadır. Nitekim, bu süreç, Batı
edebiyatında da, on altıncı yüzyıl öncesinde uzun yıllar bütün boyutlarıyla
yaşanmıştır. Örneğin, İngiliz ve Fransız şairleri 1550'lere kadar şiirlerini
anadilleriyle değil, Latince yazmışlardır, tıpkı söz konusu yüzyıllarda Osmanlı
şairlerinin şiirlerini Türkçe değil, kendilerinin oluşturduğu Osmanlıca denilen
bir dille yazmaları gibi.
Bilindiği gibi, Fransız şiirinin
kurucusu olan Ronsard, 1550'lerde altı arkadaşıyla birlikte "Pléiade" adlı bir
grup oluşturarak, Fransızca'nın şiir ve edebiyat dili olması için Latince yazan
şairlere karşı savaş açmıştır. İngiliz Thomas More, ünlü yapıtı "Utopia"yı 1516
yılında Londra'da Latince yazmıştır. Görüldüğü gibi, anadil'in şiir için belki
"olmazsa olmaz" bir zorunluluğu yoktur ama, düzyazı edebiyatı Batı'da da, ancak
anadil uğruna verilen nice kavgaların bir sonucu olarak, on altıncı yüzyılın
sonlarından itibaren önce oyun şeklinde, daha sonraki yüzyıllarda da öykü ve
roman olarak hızla gelişmiş ve on dokuzuncu yüzyılda çok büyük ustalar
yetiştirmiştir.
Anadil sorunu, bilindiği gibi Osmanlı
İmparatorluğu'nda ta Tanzimat'tan sonra, 19. yüzyılın ortalarından itibaren
aydınların gündemine girmiştir, ancak. Bugün "Osmanlıca" diye adlandırılan
İmparatorluğun resmi dili, hem konuşulan bir dil değildir, hem de salt yazı dili
olarak kullanılan bu Arapça-Farsça karışımlı, ağdalı dili halk kolay kolay
anlayamamaktadır. Bu nedenle, 1831 yılında hükümet çalışmalarını halka duyurmak
için çıkarılan resmi (güya ilk Türkçe) gazete Takvim-i Vekayi'yi kimse okuyup
anlayamadığı için, Sultan II. Mahmud bir ferman yayımlayarak dilinin
sadeleştirilmesini buyurmuştur ertesi yıl.
1839 yılında, Mustafa Reşit Paşa,
Tanzimat Fermanı'nda, ilk kez halkın büyük çoğunluğunun konuştuğu dilin ortak
dil olarak kabul edildiğini açıklamış, ancak bu dilin adını, Türkçe sözcüğünü
kullanmamıştır.
Yazın dilinin sadeleştirilmesi,
dolayısıyla Türkçe'nin yavaş yavaş yazı dili haline getirilmesi çalışmalarını
ilk başlatan Şinasi olmuştur 1850'lerde. Türkçe konusundaki çalışmalara önemli
katkılarda bulunan o dönemdeki bir diğer Osmanlı aydını da, 1873 yılından
itibaren Askeri Okullar Nazırı olan ve Sultan Abdülaziz'in tahtan indirilerek
yerine önce V. Murad'ın, hemen ardından da II. Abdülhamid'in sultan ilan
edilmesinde başrolü aynayan Süleyman Paşa'dır. Nitakim, ola ki Süleyman Paşa'nın
girişimleriyle, Birinci Meşrutiyet'te ilk Kanun-i Esasi'ye (anayasaya) 18. madde
olarak, "Osmanlı devletinin resmi dilinin Türkçe olduğu ve devlet hizmetinde
çalışacak kişilerin bu dili bilmek zorunluluğu" hükmü girdirilerek Türkçe
sözcüğü ilk kez resmen kullanılmıştır 1876 yılında. 1880 yılında da, Şemsettin
Sami, "Lisan-ı Türki" deyimini kullanarak Türkçe üzerine ilk yazıyı yazmıştır.
Nitekim, anadil konusundaki bu
gelişmelerden sonradır ki, bizce "anadil" ile "olmazsa olmaz" bir yaşamsal
ilişki içinde bulunan "düzyazı" edebiyatı, dilimizde 1870'lerde itibaren yavaş
yavaş öykü, roman, oyun vb. gibi ürünler vermeye başlamıştır ancak.
Yirminci yüzyıla gelindiğinde, Osmanlı
aydınları için artık edebiyat, varsa da düzyazı'dır, yoksa da düzyazı... Öyle
ki, şiir bile düzyazı'da aranmaktadır.
Örneğin, Sabahattin Eyuboğlu, yukarda
andığımız incelemesinde, "Namık Kemal'in Vatan Kasidesi, ünlü rubaileri,
beyitleri ve mısraları şayet şiirse, acaba nesir nedir?" diye sorduktan sonra,
"Namık Kemal bize kendisini şair ve nesrini şiir diye sundu. Makaleleri kadar,
romanları kadar, hatta belki daha çok nesir olan Vatan Kasidesi'ni şiir diye
ortaya attı ve böylece Türk edebiyatında 'manzum nesir' diyebileceğimiz bir şiir
dönemi başladı." diye yazmaktadır.
Ta 1922 yılında Dergah dergisinde "Tevfik
Fikret'ten beri Türk şiir dilimiz nesirleşti. Adeta aruzla nesir yazmak merakı
türedi." diye yazan Yahya Kemal, 1935 yılında Yedigün'de çıkmış, Hikmet Feridun
Es'in kendisiyle yaptığı bir söyleşide, bu yargısını, "Gerek Rübab-ı Şikeste'de,
gerek Cenab Şehabeddin ve diğer arkadaşlarının nazmı nesirden pek çok zaman
uzaklaşamıyordu." diye bir kez daha yineledikten sonra, kendi şiirini
açıklarken, "Meşrutiyetten önce ve sonra bir süre daha, vezin ve kafiye ile
ifade edilen, gerçekte nesir olan şiirimizden başka bir yol aramağa çıkmıştım."
demektedir. (Edebiyata Dair, s.125 ve 261-262)
Bilindiği gibi, mensur şiir akımı,
Baudelaire'in 1860'da çıkan "Küçük Mensur Şiirler" adlı kitabından esinlenerek
Halit Ziya Uşaklıgil'in kaleme aldığı "Mensur Şiirler" adlı kitabının 1889'da
yayımlanmasıyla edebiyatımıza giriş girmiş ve hemen ardından Hüseyin Cahit
Yalçın, Ahmet Hikmet Müftüoğlu gibi gençlerin Serveti Fünun'da mensur şiirler
yayımlamaları ve 1901 yılında Mehmet Rauf'un "Siyah İnciler" adlı mensur şiir
kitabının basılmasıyla hızla yaygınlaşarak, Edebiyat-ı Cedide, Fecr-i Ati, hatta
Milli Edebiyat yazarları arasında bir anlamda moda olmuştur.
Yakup Kadri'nin 1922 yılında yayımlanan
"Erenlerin Bağından" adlı kitabıyla Cumhuriyet dönemi edebiyatımıza taşınan bu
mensur şiir akımı, zamanla zayıflayarak da olsa etkisini yıllarca sürdürmüştür
gördüğümüz kadarıyla. Örneğin, Mustafa Kemal'in 1927 yılında Halk Fırkası'nın
kurultayında tam 6 gün, altışar saatten 36 saatte okuduğu "Nutuk"u da bizce hiç
kuşku yok ki, bu akımın seçkin örneklerinden biridir.
Bu "mensur şiir" akımına karşı ilk tepki
Yahya Kemal'den gelmiştir, gene bilindiği gibi. Gençliğinde Tevfik Fikret
şiirine hayran olan, 1912'de Paris'ten döndükten sonra "Milli Edebiyat" akımına
da katılan Yahya Kemal, 1920'lerden itibaren artık Baudelaire ve Verlaine'in
etkisiyle, gene aruzla yazmayı ısrarla sürdürdüğü yeni şiirlerinde, kendi
deyimiyle "nesir olan şiirimizden başka bir yol aramağa" başlamıştır. Bu yeni
şiirleri gerçekten de, edebiyat tarihçilerince belirtildiğine göre, mensur
şiir'in tam karşıtı "deruni bir şiirsel ahenk" içermekte ve "aşkların, çevre
güzelliklerinin yarattığı coşku ve izlenimlerden kaynaklanmış bir duyarlılıkla"
işlenmiştir.
Yahya Kemal'le başlayan bu tepki,
Cumhuriyet döneminde bir yandan Ahmet Haşim, bir yandan Nazım Hikmet, bir yandan
da Garipçiler ve Varlık şairlerince, bu anlayışı mensur manzumelerle sürdürmeye
çalışan Faruk Nafiz, Orhan Seyfi, Halit Fahri, Enis Behiç, Yusuf Ziya gibi
hececilere, Behçet Kemal, Ahmet Kutsi, Kemalettin Kamu, Zeki Ömer, Ömer
Bedrettin gibi Milli Edebiyatçılara karşı devam ettirilerek şiirimizin nesirden
koparılması sağlanmış ve 1930'lu yıllarda yeni bir Türk şiiri kurulmuştur.
Yusuf Ziya ve Orhan Seyfi'nin birlikte
çıkardıkları "Akbaba" ile edebiyat sayfalarını İbrahim Alaettin Gövsa ve Nihat
Sami Banarlı'nın yönettiği Sedat Simavi'nin "Yedigün" dergilerinin çevresinde
toplanmış bu manzumecilerin, 1930'lu yıllarda Nazım Hikmet ve Orhan Veli şiirine
karşı bunca sert tepki göstermeleri, güya alaya alarak onu yok edebileceklerini
sanmaları, hele hele Yusuf Ziya Ortaç'ın, terbiye sınırlarını aşarak,
okuyucularına "Sizi bu ahlaksızların yüzlerine tükürmeye davet ediyorum" diye
yazacak denli kendinden geçmesi bile salt, "mensur şiire" karşı verilmiş bu
kavganın büyüklüğünü ve önemini bütün çıplaklığıyla gözler önüne serse gerektir
doğrusu.
Bütün bunları Vedat Günyol hocanın da
bildiğinden kimsenin kuşkusu yoktur elbette.
Bu nedenle, Orhan Veli için "şiiri bir
çeşit düz yazı havasına sokan kişi" derken, gerçekten neyi kastetmiş olabilir
acaba Vedat Hoca?
Demek, tam kavrayabilmemiz için hala
irdelememiz gereken daha çoook yanı var Orhan Veli şiirinin...
Ne "Garip"...
* Buradaki
eleştirinin ne
anlama geldiğini,
"Kuyruklu Şiir" ile
"Cevap"ın hikayesini
okumanızla
anlaşılacağını
belirtmeyi uygun
gördüm.
Bu yüzden bakınız;
Patates'in Orhan
Veli'si adlı yazı..
M. Şeref Özsoy..
