Salim Şengil,
Ankara'daki Çubuk
Barajı Gazinosu'nun
müdürlüğünü yaptığı
sıralarda yaşadığı
olayı şu şekilde
yazmış..
ORHAN VELİ -
NURULLAH ATAÇ
Bir süredir uzun
salonda çalışan iki
garsonda bir
ivecenlik olduğunu
görüyorum. Bir olay
varsa daha fazla
uzamaması için
garsonun birisini
çağırdım. Onu
Ankara'da Özen Pasta
Salonu'nun öbür
köşesindeki
Kutlu'dan almıştım.
Yaşlı, mesleğinde
deneyimli,
tanıdığımdı.
"Ne oluyor,"
dedim, "bir şey
mi var?"
"Bir masa hesabını
ödeyemiyor!.."
"Öyleyse siz
ödersiniz."
Hesabını ödemeyecek
kuşkusunu veren
müşterilerden
ısmarlananın
tutarının önceden
alınmasını kesin
olarak emir
vermiştim.
"Ama müdür bey, bu
insanlar öylesi
değil, eskiden
tanıdığım, bildiğim
çok iyi kimseler..."
"Orasını bilmem, ne
dedimse o olur."
Garson gitti ama
biraz sonra gene
geldi.
"Sizi istiyorlar
efendim."
dedi.
Kalktım, gittim.
"Beni
istemişsiniz!.."
dedim.
Beş kişiydiler. İki
de artist almışlardı
masalarına!
Yanlarında
oturanlardan biri
Romen İlonka, kızıl
saçlı. Arkadaşları
arasında 'Kızıl
Madonna'. Ötekisi
Litvanya'lı bir
sanatçı. Adı
Brenislava...
Pasaport işindeki
bir pürüzü konuşmak
üzere oteline
gittiğimde onu, beni
odasında bekliyor
bulmuştum.
Mayoluydu, yerdeki
halının üzerine bir
çarşaf sermiş,
günlük beden
çalışmalarını
yapıyormuş. İşi
biraz daha süreceği
için özür diledi.
Onunla Fransızcanın
yüzünü gözünü
yararak
konuşuyordum.
Çalışmasını
bitirdikten sonra
çabucak bir duş
yaptı, bornozuyla
yanıma gelip oturdu.
Ülkesinde dans
okulunu bitirmiş.
Bizde konsomatrist
olarak çalışıyordu.
Gümrükçüler elli iki
kat giysisinin
olduğunu görünce:
"Bu kadın bunları
garanti satar!"
düşüncesiyle iki
elbise bavulunun
girmesine izin
vermemişler,
yurtdışına çıkarken
gümrükten almak
üzere
alıkoymuşlardı. O da
ne yapsın, giysileri
dansözlüğü ile
bağlıydı. Bu yüzden
konsomatris olarak
çalışmaya boyun
eğmişti.
Bir türlü
bitiremediğim yüz
lira aylığımın
ucundan birazcık
eksilmesi için onu
Ankara'nın ünlü
Karpiç Lokantası'na,
öğle yemeğine
götürdüm. Cumartesi
günleri de, Cebeci
Konservatuar
salonunda verilen
Cumhurbaşkanlığı
Senfoni Orkestrası
konserlerine
giderdik. Hepsi bu
kadar... Daha çok
yaklaşma, 28-30 kadın
çalışan gazinoda
otoritemi
sarsabilirdi.
*
Hesap ödeyemeyen en
genci ayağa kalktı
ve:
"Afedersiniz, bir
yanlışlık oldu
sanıyorum."
dedi. "Biz müdürü
rica etmiştik."
"Buranın müdürü
benim Orhan Veli
Bey, Nurullah Ataç
Bey. Bir isteğiniz
mi var?" diye
sordum.
Beni 23-24
yaşlarında görünce
pek müdürlüğe
yakıştıramamış
olacaklar.
Orhan Veli özür
dileyerek açıklama
yaptı kısaca. 48.60
lira hesapları
tutmuş. Oysa
ceplerinde 16.80
lira çıkmış.
Borçlarını
imzalayacakları ve
yarın ödeyeceklerini
söyledi.
Ceplerinde bu kadar
az para çıktığına
göre hepsini alırsam
Ankara'ya nasıl
döneceklerdi! Yaya
gidecek değillerdi.
Ulus'tan
çağırdığımız taksi
gidip gelme için 10
lira alıyordu.
"Önemi yok. Bu
gece benim konuğum
olun." dedim.
Arkamda duran şef
garsona:
"Masayı
temizleyin, yeniden
servis yapın."
dedim.
Yanlarına buyur
ettiler, oturdum.
Kendimi tanıttım.
Konuşmaya daldık.
CHP'nin açtığı öykü
yarışmasında Türkiye
birincisi olmuştum.
Birinciden onuncuya
dek kazananların
yapıtları bir arada
yayınlanmıştı. İki
kitap getirdim.
Orhan Veli ile
Nurullah Ataç'a
imzalayarak verdim.
Nurullah Ataç bir
ara:
"N'oluyoruz, bir
Gorki, bir Panait
İstrati ile mi
karşılaşıyoruz?"
dedi.
Akşam üzeri Özen
pasta Salonu'nda
oturuyorlarmış,
Orhan Veli gelmiş:
"Baraj
Gazinosu'nda çok
güzel kadınlar
varmış, oraya
gidelim." demiş.
Nurullah Ataç da
düşünmüş: "Bugün
Orhan'ı Milli Eğitim
Bakanlığı Yayın
Müdürlüğü'nde
gördüm. Herhalde
para almış ki
'gidelim' diyor.
Olur." demiş.
Bu kez Orhan Veli
düşünmüş: "Ataç
bugün tercüme
bürosundaydı. Çeviri
parasını almış
olacak ki 'gidelim'
diyor."
Olağanüstü bir
iyimserlik içinde
birbirlerinin
ceplerindeki
paralara güvenerek
buraya gelmişler.
Sonunda yelek
ceplerine varıncaya
dek karıştırmalarına
karşın topu topu
16.80 lira çıkmış.
Ne rahatlık!
Güvenmenin bu kadarı
olur diye gülüştük.
Nurullah Ataç bu
olaya çok kızmıştı.
Kızdıkça kekemeliği
o denli artıyordu.
Sabaha karşı üç
buçukta kalktılar.
Ceplerindeki tüm
paranın on lirasını
şimdi taksiye
verirlerse yazık
olacaktı. Şoförümü
çağırttım.
Arkadaşlarımı
evlerine bırakmasını
söyledim. Kapıya dek
onları uğurladım,
gittiler.
Ertesi gün öğleye
doğru kalktım,
bahçeyi geziyordum.
Bir aralık şoför
Sabahattin'in
askerlik kurallarına
göre üç adım geriden
geldiğini farkettim.
"Günaydın
Sabahattin."
dedim.
"Günaydın
beyefendi"
"Ne var, ne yok."
"Ne olsun,
sağlığınız..."
"Akşam
arkadaşlarımı
evlerine bıraktın
değil mi?"
"Bıraktım
efendim, ama..."
"Aması ne? Birşey
mi oldu?"
"Önemli değil.
Arabada kavga
ettiler de!..."
"Neden?"
"O uzun boylu,
yüzü sivilceli
olanı, 'Dua edin de
Salim Bey beni
tanıdı. Yoksa bu
gece güzel bir dayak
yemiştik. Bana
şükredin' dedi.
Yaşlı, kekeme olanı,
'Hayır, ilk önce
beni tanıdı, bana
saygı gösterdi.'
deyince, ötekisi
'Nasıl olur, ilk
önce buyurun Orhan
Veli Bey dedi, sonra
buyurun Nurullah
Bey'i ekledi,' dedi.
Evlerine bırakıncaya
dek çekiştiler."
"Neyse kavgaları
önemli değilmiş.
Geçer gider, ertesi
gün unuturlar."
Bir süre o geceyi
kimseye anlatmadım,
içimde bir giz
olarak sakladım.
İstanbul'a
gelmiştim. Salah
Birsel'le buluşmak
üzere ABC
Kitabevi'ne
uğramıştım. Orhan
Veli de vardı. Baraj
Gazinosu'nda geçen
olayı orada
bulunanlara aktardı.
Bundan sonradır ki
kimi coşkulu
gecelerde ben de,
güzel bir anı olarak
anlatır oldum.
ANILARDA KALAN
PORTRELER
SALİM ŞENGİL
Cem
Yayınevi - 1991
|