Sabahattin Eyuboğlu ve
kız kardeşi Nezahat'i üniversite yıllarından beri tanıyordum.
Nezahat, benim
ve Orhan Veli’nin üniversitede Felsefe Bölümü'nden sınıf arkadaşımızdı.
*****
Orhan Veli hem kendi
ismiyle hem de Adil Hanlı takma ismiyle dergide pek çok çevirisi yer
alıyordu. Hele Charles Cross’tan yaptığı o ünlü
Çirozname çevirisi, aslı
kadar güzeldi.
Öldüğü zaman hâlâ Türkiye’deydik. Karım Dora,
Orhan’ın son saatlerinde yanındaydı. Bazı kayıpların acıları zamanla
azalmıyor. Onun şiirdeki ustalığını bu Şiir Özel Sayısı’nda görünce, o kadar
genç öldüğüne bir kez daha yandım. Türk şiiri için ne kadar büyük bir kayıp.
Fakat şu var ki, iyi bir şair hiçbir zaman tamamen ölmüyor. Yapıtlarıyla
yaşamaya devam ediyor. Orhan Veli’nin, elimde tuttuğum Tercüme dergisi Şiir
Özel Sayısı’yla da yaşadığını hissettim.
Orhan Veli’nin yalnız benim kedim Edibe’yi değil,
tüm kedileri sevdiğini de anımsadım. Yoksa yine derginin sayfaları arasında
gördüğüm "Bir Kediye" isimli şu küçük Japon şiirini çevirmezdi sanırım:
Yedi seneden beri seni nasıl sevdim
Ne olur sen de beni sev
Sadece bu yağmurlu gecede.
*****
Orhan Veli Tercüme
Bürosu’ndan istifa etmek zorunda kaldı. Necati Cumalı, eşi
Berin'e,
"Orhan, Tercüme Bürosu'na geldi, Reşat Şemsettin'in önünde bir şişe şarabı
yere çaldı ve ortalığı kokuya boğarak oradan ayrıldı, bir daha da gitmedi"
demiş. Anlaşılan istifa dilekçesini bu şekilde vermeyi uygun bulmuş
Orhan
Veli.
*****
Benim çok içemediğimi, içtikten sonra da hemen
uyuduğumu bilen Orhan Veli, bir gün bana dedi ki: "İkimizin arasında hiç
fark yok. Ben de fazla içince uyuyorum." Yanıtladım: "Evet, ama sen birkaç
şişe içtikten sonra uyuyorsun, ben bir kadeh içtikten sonra."
*****
1990 yılında, 35 senelik mecburi bir ayrılıktan
sonra İstanbul’a geldiğim zaman, baldızım Bella; “Orhan Veli’nin hem mezarı
hem de heykeli yakın. 5 dakika yürürsen Rumelihisarı’na doğru, görürsün
onları” dediğinde çok şaşırdım.
Orhan’ın heykelinin dikildiğini bilmiyordum.
Mezarının Rumelihisarı’nda olduğunu da unutmuşum. Sevindim, demek ki ben
buralarda yokken Orhan’ın büyük bir şair olduğu anlaşılmıştı. Keşke dedim,
bu heykele harcanan para yaşarken Orhan’ın cebinde olsaydı.
O gece pek uyuyamadım. İstanbul’da ve
Orhan’ın
mezarının yakınında olmam beni heyecanlandırmıştı. Sabah olunca ilk işim
Orhan’ın mezarını ve heykelini ziyaret etmek oldu.
Gerçekten, mezarı için daha uygun bir yer
seçilemezdi. Heykeliyse İstanbul Türküsü’nde söylediği gibiydi,
“Urumelihisarı’na oturmuşum;” Hasret duyduğum Boğaziçi’ne uzun uzun
baktıktan sonra, heykelinin karşısına oturdum. Ne kadar benzemiyorsa ve
hataları varsa da Orhan’ı andırıyordu. Başına konan martı da çok hoş bir
fikirdi. Oturduktan sonra ikimizin arasında bambaşka insanlar olmasına
rağmen, bizi yaklaştıran birçok rastlantıyı düşündüm.
Aynı yılda ve denilebilir ki aynı denizin sahilinde
doğmuşuz. Aynı yıl içinde üniversiteye, felsefe bölümüne girmişiz. Aynı
sınıfta değilse de (çünkü o derse pek girmezdi) aynı koridorda bol bol
buluştuk. Nusret Hızır’la lügat oyununu oynardık.
Bu oyunun esası da şuydu: Fransızların o ünlü,
Larousse’u alınıyor, biyografiler bölümünden bir harf seçiliyor ve bu harfle
başlayan dünyanın ünlüleri sıralanıyordu. Bu harften en çok isim bilen,
oyunu kazanıyordu. Nusret fevkalade bilgili, hafızası çok kuvvetli bir adam
olduğu için, hep kazanırdı. Orhan Veli, ona bazen meydan okurdu. Bunu da şu
şekilde yapardı: Önceden bir harfteki isimleri ezberlerdi, nasılsa o harfi
seçtirmenin bir yolunu bulur, Nusret Hızır’a çok tehlikeli bir rakip olurdu.
Yine de pek kazandığını hatırlamıyorum. Çünkü,
Nusret Hızır Larousse’ta
bulunanlardan daha fazla isim sayardı.
O zamanlarda Orhan, genellikle güzel giyinirdi.
Zarif bir adamdı. Hep ondan beklenmeyen şeyler yapardı, insanı şaşırtmayı
çok severdi. Kimi zaman da çok susardı. Ama susması da etrafında bir sır
havası yaratırdı. Zaten geleceğin büyük bir şairi olacağı, öğrenciler
arasında biliniyordu. Tabii ben o zamanlar onunla Türk şiiri hakkında
konuşmak durumunda değildim, pek bilmezdim. Bu yüzden Fransız şiirinden
konuşurduk onunla. Çok bilirdi o da, bazı tanımadığım şairlerin isimlerini
de söylerdi, bütün bu Fransız şiiri hakkında konuşmalarımızda, ezberde
bildiğim Fransız şiirlerini okurdum. Orhan’ınsa Fransız’ca bir şiir
okuduğunu hatırlamıyorum. Şivesini mi beğenmiyordu, hata yapmaktan mı
çekiniyordu bilmiyorum. Hiçbir zaman zaaflarını gösterecek işleri yapmazdı.
İki yıl böyle buluştuk
koridorlarda. Özel bir dostluk da kurulmuş değildi o zaman. Yalnız bütün
şıklığına rağmen pek paralı olmadığını anlamıştım. 1936’da onu göremeyince
arkadaşlara sordum: “Ne oldu Orhan’a?” Çalışmaya mecbur kaldığı için
Ankara’ya gittiğini söylediler. Kendi kendime, “Abimi ziyarete gittiğimde
mutlaka rastlarım ona” diye düşündüm. Ne de olsa Ankara çok küçük bir yerdi
o sıralarda. Nitekim, 1938’de Ankara’ya gittim ve tahmin ettiğimden daha
çabuk karşılaştık. Çünkü o sıralarda Sabahattin Eyuboğlu ile samimiyetim
ilerlemişti, kimi zaman onun evinde kalırdım. Orhan ve arkadaşları
Melih’le
Oktay da Sabahattin’in muhitinde bulunuyorlardı. O zaman dostluğumuz daha
ilerledi. Orhan’ın tanıştırdığı Melih Cevdet de kısa sürede iyi bir dostum
oldu. 1940 yılında da Tercüme Bürosu’na girdim. Çok geçmeden de üçlünün
kitabı çıktı: Garip.
Lehte ve aleyhte büyük tepkiler aldılar. Bense
onların çok lehindeydim. O sıralarda hem Sabahattin hem de
Nurullah Ataç
onları çok tutuyordu. Ayrıca benim için bu şiirleri anlamak ve ezberlemek
çok kolaydı. Örneğin, Yahya Kemal’i pek anlamazdım. Her yeni şeye
taraftardım zaten.
1941 yılında hem ben hem de Orhan askere gittik. Ben
Ankara’da kalıp, Tercüme dergisi ve klasiklerle ilişkilerimi muhafaza
edebildim. Orhan ise Trakya’da bulundu. Ama Sabahattin de
Ataç da
ilişkilerini korudular. Sabahattin, Orhan’ın askerliği biter bitmez
Tercüme
Bürosu’na girmesi için uğraştı. 1944’te askerliği bitince de bunu başardı. O
zaman ikimizin arasındaki, en sıkı dönem başladı. Büroda,
Şükran
Lokantası’nda, evlerimizde. Zaten hemen hemen her akşam bir dostumuzun
evinde buluşurduk. Bazen ikimizin arasında fırtınalı zamanlar da olmuştur.
Ne de olsa Tercüme dergisinin zamanında çıkması için bir rolüm vardı.
Sabahattin de büronun şefi olduğu için, Orhan’a Türkçesi düzeltilecek
metinler verirdi. Ama Orhan günlerce kaybolurdu, verilen çevirileri
getirmezdi. Bu yüzden derginin çıkmasına etkisi olurdu. Tabii ki asıl sebep
içkiydi. Kaybolması hakkında özür dilemek için, gelir gelmez ilk önce son
zamanlarda yazdığı şiirleri gösterirdi. Bu durumda kimsenin ona kızabilmesi
mümkün olmazdı.
Ataç, pek Tercüme dergisine
karışmazdı. Hem Sabahattin Eyuboğu hem de Orhan Veli’yle arası açıktı.
Orhan’ın şiirlerini genellikle beğenmeye devam etmişse de, ona
Şakuli
Solucan derdi. Orhan ise;
Nurullah Ata
Trink Galata
Soğan Salata
derdi. Durum öyle bir hale gelmişti ki ikisinin aynı
ortamda bulunması imkânsızdı.
Bu gergin hava Tercüme dergisinin Şiir Özel sayısını
hazırlamasına kadar devam etti. Orhan bu sayının hazırlanmasında var gücüyle
çalıştı. Fevkalade güzel çeviriler, yazılar, ve onun sayesinde bu özel sayı
gerçekten edebi yönden büyük bir olay olmuştu. Özellikle Orhan’la
Melih’in Éluard’dan çevirdikleri Hürriyet şiiri gerçek bir şaheserdi. Tıpkı
Orhan’ın Çirozname’si, tıpkı Melih’in Annabel Lee’si gibi. Kim bilir belki de o
Hürriyet şiirinin çevirisinden dolayı Reşat Şemsettin,
Hasan Âli Yücel’in
yerine gelir gelmez, yaptığı ilk işlerden biri hem Orhan’ı hem de
Melih’i
Neşriyat Müdürlüğü’nden çıkarmak olmuştur. Bugüne kadar düşünüyorum ki, bu
olmasaydı, Orhan Tercüme Bürosu’nda kalsaydı, hem sevdiği bir iş hem de
sağlam bir geliri olsaydı daha az içer, daha normal bir hayata girebilirdi.
Böylece 36 yaşında hayata veda etmezdi.
1949 yılında Yaprak’ı bu kadar kuvvetle çıkarma
isteği, Tercüme dergisindeki ortamı tekrardan yaratmak isteğiydi, sevdiği
insanlarla, sevdiği bir iş için. Tabii ki şartlar başkaydı. Yaprak’tan gelen
parayla yaşamasına imkân yoktu, hatta tam tersi, mali bakımdan bir yüktü.
Bazı özel eşyalarını, kendisine verilen hediyeleri satmak zorunda kalırdı.
Yaprak’taki Orhan’ın nesir yazıları,
onun entelektüel bakımdan olgunlaşmasını gösteriyordu. Sola gidiyordu. Bunda
Mahmut Dikerdem’in de etkisi vardı. Onun yalnız bir şair değil, iyi bir
düşünür ve iyi bir yazar olduğu da belli olmuştu.
Tercüme dergisindeki işimiz bittikten
sonra ilişkimiz bitmemiş, aksine dışarıda daha çok görüşür olmuştuk. Bol bol
evimize gelirdi. Dora’yı çok severdi, Dora da onu çok severdi. Zaten bütün
kadınlar onun kibarlığına hayrandı.
Benden ve Dora’dan başka sevdiği Bella ve kedimiz
Edibe vardı. Diyebiliriz ki, ikisine de tutkundu. Gelir gelmez kedimiz
Edibe, onun dizine atlardı. Orhan da uzun uzun onu okşardı.
Bella ile uzun
saatler bir arada kalırlardı. Pek konuşmazdı, ama hep seyrederdi.
Bella,
bakılması sevap olan bir kadındı. Bella’nın olgunluk sınavında veremediği
tek ders olan geometriyi çalışması için teşvik etmeye uğraşırdı. Birlikte
Sabahattin’e veya onun piyanist dostu Roji’ye giderlerdi. Yani hep yanında
olmaya çalışırdı.
Anlaşılan Orhan, Bella’ya bakmaktan çok zevk alırdı.
Sere serpe şiiri, ve yazdığı mektuplardan görülüyor ki onun tarafından bu iş
daha çok platonik bir ilişki olmuştur. Zaten şunu da hesaba katmak lazım;
Nahit Hanım’ın uyarısını. Kendisi açıkça,
Bella’nın ismini vermeden,
“Orhan’ı kimseye kaptırmam” demişti. Orhan’ın başka ilişkileri de
olabilirdi. Ama Bella o sıralarda güzelliğiyle, gençliğiyle, saflığıyla çok
cazibeli bir kızdı; ona karşı bir şey hissetmemek çok zordu.
Orhan’dan başka
ona aynı duyguları besleyen epey insan vardı.
Kedim Edibe’ye gelince, bilindiği
gibi onun hakkında çok ilginç iki şiir yazmıştı. O şiirler sayesinde
Edibe,
Orhan’ın okuyucularının gözünde yaşıyor. Böylece
Edibe de onun sahibi Erol
Güney de unutulmadı. Yani Türkiye’de benim ismimi bilenler, ne yaptığım
klasik tercümelerimi ne de Tercüme dergisindeki yazılarımı biliyor da, daha
çok bu şiirlerden anımsıyorlar.
Kedim hakkında yazdığı iki şiir onun
gerçeğe ne kadar bağlı olduğunu gösterir. Bir gün Orhan bizde,
Edibe de onun
dizinde oturuyordu. Edibe birdenbire ayaklandı ve dışarıya çıkmak için hamle
yapmaya çalıştı. Kapıya koşmuştu. Orhan ne olduğunu anlayamamıştı,
açıkladım: “Ciğerci geçiyor, duyuyor musun; ondan bana ciğer alın demek
istiyor” dedim. Ciğercinin sesini bizden çok önce duymuş ve tanımış olmasına
da şaşırmıştı, ama bunu aklının bir köşesine not etmişti.
Aradan birkaç ay geçti, bu sefer aşk yüzünden dışarı
çıkmak istiyordu, gene Orhan vardı. Bu ikisini birleştirip hayatının başlıca
şeylerinin bunlar olduğunu o birkaç mısrayla anlattı Orhan:
Bir erkek kediyle bir parça ciğer;
Dünyadan bütün beklediği.
Ne iyi!
İkinci şiir ise
Edibe’nin hamileliği ilerledikten sonra ortaya çıktı.
Edibe bir köşede
yatmıştı, Orhan onun bu halini şiirleştirdi. Bu tasvirlerinin ne kadar doğru
olduğunu da birkaç yıl önce fark ettim.
Çıkar mısın bahar günü sokağa
İşte böyle olursun.
Böyle yattığın yerde
Düşünür düşünür
Durursun.
Edibe’nin 22 yaşında ölmesinden sonra
ailemize başka kedi almamaya karar vermiştik. Ama nasıl olduysa bundan iki
üç yıl önce, genç ve dişi bir kedi evime girdi, çıkmak istemedi. Hoşuma
gittiği için de onu benimsedim ve evde kalmasına izin verdim. Zaten
yalnızdım, artık ailem yoktu ve evde bir canlıya gereksinim duyuyordum. Gene
de bahçeye çok çıkardı, özgür bir kediydi. Ne olmuşsa olmuş, gebe kalmıştı
ve tıpkı Edibe gibi davrandı; düşüne düşüne durdu. Ben de ona dedim ki: “Bak
Orhan Veli’yi okusaydın, böyle olmazdın.”
O zaman düşündüm ki, bu şiirleri kediceye
çevirebilseydik çok iyi olurdu. Kedi nüfusunu tahammül edilebilecek sınırda
tutabilirdik.
Neyse, Orhan’ın kedim hakkında yazdıklarına
tamamıyla realist şiir denilebilir. Bu şiirlerin ilhamı tamamıyla gerçekten
geliyor. Orhan birçok şairde olduğu gibi ilham değil de gerçekçilik okuluna
bağlıydı. Orhan’ın güzelliği tamamıyla buradaydı. Şairane dediğimiz tarafı
ise onun dilindeydi. En kısa ve tam yerinde olan kelimelerle ifade
etmesiydi. Bu şiirleri yazmadan önce biz kedimize Pusi derdik. Ama bundan
sonra Orhan’ın teklifi üzerine Edibe yaptık. Çok zeki bir kediydi, yeni
ismini çabuk öğrendi.
Ama işte bu zekâdan ötürü Edibe, Orhan’ı da bizi de
çok korkuttu.
Olay, zannediyorum ki Orhan’ın Yaprak’ı çıkarmaya
başladığı zamanlarda olmuştu. O gün çok defalar yaptığımız gibi evimde
toplanmıştık. Orhan, Sabahattin, Melih hep birlikte masanın başında oturmuş
konuşuyorduk. Birdenbire dairenin kapısı gürültüyle açıldı, fakat kimse
girmedi. Bir yandan çok cüretli olmasına rağmen polisten korkan Orhan,
bembeyaz oldu. Herkes şaşkın şaşkın birbirine bakıyordu. Evin sahibi olarak
ilk kalkan bendim. “Bakmaya gideceğim” dedim, ama bir de ne göreyim: Edibe
mutfakta, musluğun ucundan su içmeye çalışıyor. Zaten nedense suyu sadece
musluktan içerdi. Ya musluğu açmamızı ister ya da musluğun ucunda biriken
birkaç damlayla yetinirdi.
Meğerse Edibe, nasıl olduysa, kimseden ders almadan,
sadece bizi seyrederek kapıyı açmayı öğrenmiş. Koluna sıçrayıp basarak
kapıyı açabiliyormuş. O anda da su içmek için kapıyı o açmış. Odaya döndüm;
“Merak etmeyin, bizim kedi!” dedim. Herkes, özellikle Orhan rahatladı.
Sanırım Orhan, o gün, onun bu kadar zeki olmasını istemezdi.
İşte böyle, hem Türk
dilini hem de Orhan’ın ona bağlılığını düşünerek
Orhan’ın heykeliyle böylesi
bir monologla iki saat kadar kaldıktan sonra şehre indim. Otobüste de
hayretle etrafımı seyrederdim, yapılan değişiklikler için.
Beşiktaş’ta
indiğim sırada bir adam bana yaklaştı ve dedi ki: “Affedersiniz, siz
Erol
Güney değil misiniz?” Biraz şaşırdım, ama “Evet!” diyebildim. Bu sırada
“gene mi gizli polis” diye düşünmeden edemedim.
Bu sırada o adam da kendisini tanıttı. “Ben
Mehmed
Kemal, gazeteciyim. Cumhuriyet’te çalışıyorum. Daha önce
Ankara’da
tanışmıştık.”
Doğrusunu söylemek gerekirse, onu hatırlamadım.
Herhalde arkadaşım değildi. Basın konferanslarında, toplantılarında
buluşurduk. Sordum: “Nasıl oldu da beni tanıdınız? Bu 35 yıl içinde çok
değiştim.”
“Evet, çok değişmişsiniz, ama eski
Erol Güney’den çok şeyler kalmış. Bir de otobüsteyken geçtiğimiz yerlere
öyle bir bakışınız vardı ki, hem bu yerleri tanıyordunuz hem de bu yerleri
çok değişmiş buluyordunuz. Ben de kendi kendime dedim: Bu mutlaka uzun
yıllardan sonra İstanbul’a gelen Erol Güney’dir.”
Akıllı adamdır Mehmed Kemal, ama işte
akıllılığından dolayı, bu karşılaşmamızdan sonra
Cumhuriyet’te yazdığı
yazıda bir hata yapmıştır. Bu yazıda lafı Orhan Veli’nin
Edibe için yazdığı
şiire getiriyor ve diyor ki:
Çıkar mısın bir pazar günü sokağa
İşte böyle olursun
Oysa şiirde çıkar mısın bir pazar günü değil, bahar
günü demiştir Orhan. Çünkü kedi pazar gününü bilmez. Öyleyse neden
Mehmed
Kemal bu hatayı yapmıştır? Çünkü bu şiirde kediyi değil de bir genç kızı
görmüştür. Tabii Orhan da Edibe’nin arkasında düşünüp düşünüp duran bir genç
kızı görüyordu. Ama tanık olduğum için biliyorum ki Orhan bir genç kızı
değil, Edibe’nin gerçek durumunu anlatıyordu. Hem de çok sadık bir şekilde.
Demek ki bu şiir, hem çok gerçekçidir hem de
simgeseldir. İşte büyük şiir de böyle olur. Bunun için bu küçük şiir bir
bakımdan da, mükemmel bir şiirdir.
Mehmed Kemal’den ayrıldıktan sonra
Beyoğlu’na çıktım. Tünel civarında dolaştım. Gördüm ki her şey altüsttü.
Sordum: “Ne oluyor burada, neler oluyor?”
Rusya’dan doğalgaz gelecek, onun için
kazılıyor” dediler. Acı acı güldüm. 35 yıl önce, Sovyetler Birliği’nin
Türkiye’yle normal ekonomik ve diplomatik ilişkiler kurmak istediğini
söylediğim için buradan kovulmuştum.
Orhan, genç öldüğü için de pek fazla
yazmamış, çok yazık. Herhalde çok daha güzel şeyler yazabilirdi. Ama bunun
iyi bir tarafı varsa o da şu: Şiirlerinin toplandığı kitabı yolculuğa
çıktığımda yanıma almak kolay. Ben de genellikle uzun seyahatlere çıktığım
sırada bu kitabı yanımdan eksik etmem.
Diğer dillerde de çok şiir okudum, hâlâ da okuyorum.
Birçoğunu da ezbere biliyorum. Ama dünyada ya da etrafımda bir şey olduğu
zaman onlar hatırıma gelmiyor da Orhan’ınkiler geliyor. Örneğin, pek
tanımadığım bir adam ölmüşse, çok iyi bildiğim diğer dillerde “Yazık oldu
Süleyman Efendi’ye” gibi bir laf gelmiyor aklıma. Ya da “Olmaz ki! Böyle de
yatılmaz ki!” gibi hem kısa hem de canlı bir sahneyi tarif edebilecek şey
yok. Bu da Orhan’ın büyüklüğüdür. Belki düşünüyorum da bunda Türk dilinin de
bir özelliği olsa gerek. Örneğin; çok defa Türkçe bilinmeyen bir muhitte
içimden Türkçe bir formül geliyor. Örneğin bir hastayla karşılaştığım zaman
“Geçmiş olsun” diyebileceğim bir formül bulamıyorum. Kimi zaman içimden
gelerek bu iki kelimeyi söylediğim zaman, “Ne diyor bu adam!” gibisinden
bana bakıldığını fark ediyorum. Ya da bir evde güzel bir yemek yiyince, evin
hanımına “Elinize sağlık” demeyi istiyorum. Ama diğer dillerde, “Teşekkür
ederim, çok güzel olmuş” gibi şeylerden başka bir şey bulamıyorum. “Hoşça
kalın, güle güle” gibi diğer dillerde ona yakın bir şeyin olmadığı
formüllerdir.
İstanbul’a son
gelişimde Orhan’ın heykelinin yanı başında Boğaz’a bakarak bir müddet
oturdum. İçimden onunla konuşmak geldi. “Orhan” dedim; “Seni bu son yıllarda
daha çok hatırlıyorum. Nedeni de açık. Çok sevdiğim Türk diliyle başlıca
bağımı sen oluşturuyorsun. Oturduğum yerde yakın arkadaşlarım arasında pek
Türkçe konuşan yok. Böyle olunca Türkçeyle ilişkimi şiirin vasıtasıyla
yürütüyorum. Ne iyi ki şiirlerin bu işler için çok elverişli. Bak, biraz
rahatsızlandığımda:
Çok sevdiğim salatayı bile
Aramaz mı olacaktım?
Ben böyle mi olacaktım?
Bir romantik ilişkime son verdiğim
zaman:
Eski bir sevdadan kurtulmuşum;
Artık bütün kadınlar güzel;
Bir iki yerde de onun gibi hissettim:
Olmaz ki!
Böyle de yatılmaz ki!
Tabii dünyada birisinin başına bir iş gelirse, kaza
olursa, ölürse derdim ki:
Yazık oldu Süleyman Efendi’ye.
Son birkaç sene içinde bütün ailemi oluşturan üç
kişiyi de kaybettim. Ben de uzun zaman yalnız yaşadım. O zamana kadar senin
pek dikkat etmediğim bir şiirini de kendi kendime tekrarladım:
Bilmezler yalnız yaşamıyanlar,
Nasıl korku verir sessizlik insana;
…
Bilmezler.
Söyleyeyim sana Orhan, bu şiir o
günlerde beni çok sarstı. Çok tekrarladım onu. Tabii hep savaşta bulunan bir
bölgede yaşadığım için ve bu bölgede hep politikacılar konuştuğu için çok
tekrarlarım:
Neler yapmadık şu vatan için!
Kimimiz öldük;
Kimimiz nutuk söyledik.
Ve ben bu şiiri İbranice’ye tercüme
edip, İsrail’lilere okuyorum. “Bu bölgede yaşayanlar mutlaka bu şiiri
bilmelidirler” diyorum. Ve yaşım ilerledikçe de
…
Kolay değil bu dünyadan ayrılmak
dizesi beni daha çok etkiliyor.”
*****
Bella Eskenazi, Erol Güney’in
baldızı
yani Dora’nın kız kardeşi.
Bu bölüm Bella’nın anlattıklarından
yola çıkılarak yazıldı.
Yer Ankara’da Sabahattin Eyuboğlu’nun evi, yıl 1946.
Ev halkı ve misafirler salonda otururken küçük odada genç bir kız sedire
uzanmış, isteksizce ders çalışıyor. Odanın öbür köşesinde, şair, kâğıda bir
şeyler yazıyor. Sonra genç kıza uzatıyor kağıdı: “Bak, senin için bir şiir
yazdım.” Okuyor genç kız:
SERE SERPE
Uzanıp yatıvermiş, sere serpe;
Entarisi sıyrılmış, hafiften;
Kolunu kaldırmış, koltuğu görünüyor;
Bir eliyle de göğsünü tutmuş.
İçinde kötülüğü yok,
biliyorum;
Yok, benim de yok ama…
Olmaz ki!
Böyle de yatılmaz ki!
Evet, şairimiz Orhan Veli, genç kız da
Bella.
Aslında tanışmaları iki üç yılı bulmaktadır, ama arkadaşlık ve samimiyetleri
daha yenidir. Bella, Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde İngilizce dersi
vermektedir, bir yandan da liseyi bitirmek için kalan birkaç dersini
çalışmaktadır.
Bella (Kent kızlık adı) 1923’te
İstanbul’da doğmuş.
İlk ve ortaöğrenimini değişik okullarda sürdürmüş. 40’lı yıllarda
Ankara’da
yaşayan ablası Dora’yı sık sık ziyaret eder.
Dora, Güzel Sanatlar
Müdürlüğü’nde görevlidir. Eniştesi 1946’ya kadar Tercüme Bürosu’nda
çalıştıktan sonra istifa ederek Agence France Presse’e geçer.
Erol Güney’in
üniversite yıllarından beri tanıdığı ve Tercüme Bürosu’nda da dostluğunu
sürdürdüğü Orhan Veli, Güney çiftinin evlerine konuk olur sık sık. Yine
1946’da Hakkı Tonguç ve Sabahattin Eyuboğlu, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile
görüşürler. Cumhurbaşkanı’na “Hasanoğlan’da İngilizce dersi verebilecek bir
kız bulduk, ama adı Bella” dediklerinde aldıkları yanıt, “ Ee? Ne
bekliyorsunuz, hemen işe alın” olur. Bella liseyi bitirmediği için öğretmen
değil de kütüphaneci olarak işe alınır. Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nde
İngilizce, Fransızca ve Almancanın yanı sıra jimnastik dersleri de verir.
Shakespeare’in Bir Yaz Gecesi Rüyası adlı eserini sahneye koyan öğrencilerin
yanında da o vardır; sahne düzenlemesine yardımcı olmakla kalmaz, oyundaki
dansları da oyunculara o öğretir.
Bir gün kaldığı odanın kapısını
açtığında, yatağında bir ayının uyuduğunu görür. Başka bir gün de
Hasanoğlan’da durmayan trenden bir sonraki istasyonda inip saatlerce yürür
okula dönebilmek için. Bütün bunları tatlı anılar olarak anlatıyor
Bela.
1946 seçimlerinden sonra değişen
politikadan Tercüme Bürosu, Milli Eğitim ve Köy Enstitüleri’yle birlikte
Bella da payına düşeni alır. 1948’de Meclis’te sorulan soruların biri onunla
ilgilidir; hükümete, liseyi bitirmemiş bir Yahudi kızının para mukabilinde
Hasanoğlan’da ders verip vermediği sorulur. Bella’nın Enstitü’deki
öğretmenliği son bulur.
Orhan Veli, uzun yıllar Bella’ya kur yapar. Bir de
isim bulur ona: Düşes. Karşı adlı kitabını 1949’da Bella’ya verirken ilk
sayfasına, “Bu iş böyle yürümez duchesse!” yazar. Nedir yürümeyen tam belli
değil. Belki de, Bella’nın Orhan Veli’yi hep arkadaş gibi görmesi, platonik
de olsa ilgisini dostluğa yorumlaması sanırım. O yıllarda
Orhan Veli’nin
birkaç kadına daha kur yaptığını bildiğimiz için,
Bella’yı bu konuda haklı
görmek gerekir.
Aşağıdaki mektup da Bella’ya yazılmış. Tarih yok,
ama Yaprak antetli bir kâğıda yazıldığına göre 1949-50 olmalı:
Bella,
Bir gazeteci evinde mürekkep
bulunamadı. Bu yüzden mektubumu kurşun kalemle yazmak zorunda kaldım, özür
dilerim. Benim hakkımda ISTANBUL gazetesinde çıkan yazıdan dolayı
yazdıklarınıza teşekkür ederim. Bununla beraber beni daha evvel yazılmış
yazılardan daha iyi tanımak mümkündü. Burada, Seza geldiğinden beri, çok
güzel vakit geçiriyoruz. Birkaç defa, Ralfi’ye, Lüküs Hayat operetinden
parçalar söyledim. Bugün de o parçaları tekrar ettim. Benden, bilhassa bu
noktayı yazmamı isteyen Seza’dır. Bu hafta Ankara’da at yarışları başlıyor.
Belki de kazanırız. Benimle ortaksınız. Bir vurgun vurursak haber veririm.
Orhan Veli
Bu mektubun bütün cümleleri
tesadüfen, B ile başladı. Belki de Bella B ile başladığı için.
Orhan Veli’yi çok güzel anlatan bir mektup bu.
İçeriğinde kur yapmıyor Bella’ya, ama her cümleye B ile başlayarak anlatıyor
kendisini.
Mektuptaki gazeteci Erol Güney’dir. Seza ise
Erol
Güney’in baldızı, yani Dora ve Bella’nın kız kardeşi. Hüzünlü bir öyküsü var
Seza’nın; Erol Güney’in lise yıllarından beri arkadaşı olan
Benya
Rapoport’un eşidir. Onları Erol Güney tanıştırmıştır.
Benya’nın ailesinin
bütün karşı çıkmalarına rağmen genç sevgililer evlenir.
Benya uzun yıllar
Türkiye’de yaşamasına rağmen Romanya vatandaşıdır. Bir işadamı olan
Benya
Amerika’da bir iş gezisindeyken Romanya’da komünistler iktidarı ele geçirir.
Artık komünist bir ülkenin vatandaşı olan Benya, Türkiye vizesi alamaz.
Romanya’ya gönderilmemek için Amerika’da evlenerek oraya yerleşir.
Seza’ya
bakmak da Erol Güney’e düşer. Bir de oğlu vardı Seza’nın babasını hiç
görememiş olan Ralfi. Orhan Veli bu iki yaşındaki bebeği çok sever, ona
şarkılar ve mektupta bahsettiği gibi Lüküs Hayat operetinden parçalar
söyler. Orhan Veli’nin at yarışlarına düşkünlüğü bilinir. Gerek
İstanbul’da
gerek Ankara’da at yarışlarını hiç kaçırmaz. Bundan
Orhan Veli’nin
yarışlardan iyi para kazandığı sonucu çıkarılmasın; hep sürpriz atlara
oynar, kazandığında iyi kazanmak için… Ve hep kaybeder.
Erol Güney, 1956’da İsrail’e yerleşince
Dora’yla
beraber Seza ve Ralfi de İsrail’e giderler. Ralfi başarılı bir film
yönetmeni olur. Ne yazık ki 40’lı yaşlarda kalp hastalığı nedeniyle ölür.
Seza da evlat acısını yaşadıktan sonra 2000’de yaşamını yitirir.
Bella, Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ndeki işine son
verilince İstanbul’a döner. Annesiyle İstiklal Caddesi’ndeki
Hacopulo
Hanı’nın çekme katında bütün Boğaz’ı ve
Haliç’i gören bir daireye yerleşir.
Dört yıl kadar oturdukları bu evin konukları arasında Orhan Veli
de vardır.
Gelir, bir köşede oturur, konuşulanları sessizce dinler. Evde içki yoktur,
yarım saatliğine Lambo’ya gider, iki tek atıp döner. Bir keresinde de evin
cumbasında oturup konuştukları basamakta sızar kalır.
Orhan Veli, öldüğü güne kadar sürdürür
Bella’ya
ziyaretlerini. Cenazesi kaldırılırken bir köşede ağlayan kadınların arasında
Bella da vardır.
Bella şu an Bebek’te oturuyor. Evi,
Orhan Veli’nin
mezarı ve heykeline çok yakın. Okuldan bildiği Almanca’nın yanına, kendi
kendine öğrendiği beş dili daha ekledi: İngilizce, Fransızca, Almanca,
Yunanca ve İtalyanca. Evlendi; bir kızı, bir torunu var ve sık sık onları
Barselona’da ziyaret eder.
|