* iletişim..>>

 

* neden ORHAN VELİ?>>

* neden ŞİİR EVİ?>>

* etkinlikler>>

* ulaşım>>

* ORHAN VELİ sergisi>> * şiir yaprağı sonuçları>>

* düzenSİZ YAPRAK>>

* bağlantılar..>>

KANIK'sadığım biri

ORHAN VELİ

Yazan: M. Şeref Özsoy

JUST FOR THE HELL OF IT

111 Poems by ORHAN VELİ

Translated by

Talat Sait Halman

ORHAN VELİ KANIK

Fremdarting

übersetzt von

Yüksel Pazarkaya

ORHAN VELİ'nin

çevirdiği şiirler

Haz: TUNÇER BAYKAŞ

EROL GÜNEY'İN

KE(n)DİSİ

Haluk Oral

M. Şeref Özsoy

YKY - Ocak 2005

Orhan Veli'nin birlikte bir kitap (Üç Hikaye) çevirdiği arkadaşıdır Erol Güney.. Kedisi için yazdığı şiirlerle hem kedisini hem de ke(n)disini ölümsüzlüğe taşıdığını yazıyor Erol Güney 1981 tarihli Milliyet Sanat dergisinde..

 

"Yetiştiğim, büyüdüğüm ve bin bir sorunuyla birlikte çok sevdiğim bir ülkenin kültürel yaşamından uzak olmak beni üzmüyor değil. Avuntuyu, ne olursa olsun, adım hiçbir zaman Türkiye'de, tümüyle yok olmayacak demekte buluyorum. Orhan Veli, <<Erol Güney'in Kedisi>>yle ilgili iki şiiriyle, bir dostun, bir şairin verebileceği en büyük armağanı verdi: Adıma ve onca sevdiğim kedime 'ölümsüzlüğü' kazandırdı. Hiç olmazsa, Orhan Veli'yi okuyanlar için bu böyle. Doğruyu söylemek gerekiyorsa, zaten geri kalanlar da beni pek öyle çok ilgilendirmiyor."

 

1914'te Odesa'da doğan Erol Güney, 1920'de ailesiyle birlikte Türkiye'ye gelir.. 1933 yılında İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü'ne başlar.. Üniversitede Orhan Veli ile tanışır.. 1936 yılında Türk vatandaşı olur.. Üniversite bittikten sonra Tercüme Bürosu'nda çalışır, gazetecilik yapar.. 1955 yılında Rusya ile ilgili yazdığı bir haber sonucunda vatandaşlıktan çıkarılarak sınır dışı edilir.. Halen İsrail'de yaşayan Erol Güney'in anılarından Orhan Veli ile ilgili olan bölümleri buraya alıyoruz..

 

Sabahattin Eyuboğlu ve kız kardeşi Nezahat'i üniversite yıllarından beri tanıyordum. Nezahat, benim ve Orhan Veli’nin üniversitede Felsefe Bölümü'nden sınıf arkadaşımızdı.

 

*****

 

Orhan Veli hem kendi ismiyle hem de Adil Hanlı takma ismiyle dergide pek çok çevirisi yer alıyordu. Hele Charles Cross’tan yaptığı o ünlü Çirozname çevirisi, aslı kadar güzeldi.

 

Öldüğü zaman hâlâ Türkiye’deydik. Karım Dora, Orhan’ın son saatlerinde yanındaydı. Bazı kayıpların acıları zamanla azalmıyor. Onun şiirdeki ustalığını bu Şiir Özel Sayısı’nda görünce, o kadar genç öldüğüne bir kez daha yandım. Türk şiiri için ne kadar büyük bir kayıp. Fakat şu var ki, iyi bir şair hiçbir zaman tamamen ölmüyor. Yapıtlarıyla yaşamaya devam ediyor. Orhan Veli’nin, elimde tuttuğum Tercüme dergisi Şiir Özel Sayısı’yla da yaşadığını hissettim.

 

Orhan Veli’nin yalnız benim kedim Edibe’yi değil, tüm kedileri sevdiğini de anımsadım. Yoksa yine derginin sayfaları arasında gördüğüm "Bir Kediye" isimli şu küçük Japon şiirini çevirmezdi sanırım:

 

Yedi seneden beri seni nasıl sevdim

Ne olur sen de beni sev

Sadece bu yağmurlu gecede.

 

*****

 

Orhan Veli Tercüme Bürosu’ndan istifa etmek zorunda kaldı. Necati Cumalı, eşi Berin'e, "Orhan, Tercüme Bürosu'na geldi, Reşat Şemsettin'in önünde bir şişe şarabı yere çaldı ve ortalığı kokuya boğarak oradan ayrıldı, bir daha da gitmedi" demiş. Anlaşılan istifa dilekçesini bu şekilde vermeyi uygun bulmuş Orhan Veli.

 

*****

 

Benim çok içemediğimi, içtikten sonra da hemen uyuduğumu bilen Orhan Veli, bir gün bana dedi ki: "İkimizin arasında hiç fark yok. Ben de fazla içince uyuyorum." Yanıtladım: "Evet, ama sen birkaç şişe içtikten sonra uyuyorsun, ben bir kadeh içtikten sonra."

 

*****

 

1990 yılında, 35 senelik mecburi bir ayrılıktan sonra İstanbul’a geldiğim zaman, baldızım Bella; “Orhan Veli’nin hem mezarı hem de heykeli yakın. 5 dakika yürürsen Rumelihisarı’na doğru, görürsün onları” dediğinde çok şaşırdım.

 

Orhan’ın heykelinin dikildiğini bilmiyordum. Mezarının Rumelihisarı’nda olduğunu da unutmuşum. Sevindim, demek ki ben buralarda yokken Orhan’ın büyük bir şair olduğu anlaşılmıştı. Keşke dedim, bu heykele harcanan para yaşarken Orhan’ın cebinde olsaydı.

 

O gece pek uyuyamadım. İstanbul’da ve Orhan’ın mezarının yakınında olmam beni heyecanlandırmıştı. Sabah olunca ilk işim Orhan’ın mezarını ve heykelini ziyaret etmek oldu.

 

Gerçekten, mezarı için daha uygun bir yer seçilemezdi. Heykeliyse İstanbul Türküsü’nde söylediği gibiydi, “Urumelihisarı’na oturmuşum;” Hasret duyduğum Boğaziçi’ne uzun uzun baktıktan sonra, heykelinin karşısına oturdum. Ne kadar benzemiyorsa ve hataları varsa da Orhan’ı andırıyordu. Başına konan martı da çok hoş bir fikirdi. Oturduktan sonra ikimizin arasında bambaşka insanlar olmasına rağmen, bizi yaklaştıran birçok rastlantıyı düşündüm.

 

Aynı yılda ve denilebilir ki aynı denizin sahilinde doğmuşuz. Aynı yıl içinde üniversiteye, felsefe bölümüne girmişiz. Aynı sınıfta değilse de (çünkü o derse pek girmezdi) aynı koridorda bol bol buluştuk. Nusret Hızır’la lügat oyununu oynardık.

 

Bu oyunun esası da şuydu: Fransızların o ünlü, Larousse’u alınıyor, biyografiler bölümünden bir harf seçiliyor ve bu harfle başlayan dünyanın ünlüleri sıralanıyordu. Bu harften en çok isim bilen, oyunu kazanıyordu. Nusret fevkalade bilgili, hafızası çok kuvvetli bir adam olduğu için, hep kazanırdı. Orhan Veli, ona bazen meydan okurdu. Bunu da şu şekilde yapardı: Önceden bir harfteki isimleri ezberlerdi, nasılsa o harfi seçtirmenin bir yolunu bulur, Nusret Hızır’a çok tehlikeli bir rakip olurdu. Yine de pek kazandığını hatırlamıyorum. Çünkü, Nusret Hızır Larousse’ta bulunanlardan daha fazla isim sayardı.

 

O zamanlarda Orhan, genellikle güzel giyinirdi. Zarif bir adamdı. Hep ondan beklenmeyen şeyler yapardı, insanı şaşırtmayı çok severdi. Kimi zaman da çok susardı. Ama susması da etrafında bir sır havası yaratırdı. Zaten geleceğin büyük bir şairi olacağı, öğrenciler arasında biliniyordu. Tabii ben o zamanlar onunla Türk şiiri hakkında konuşmak durumunda değildim, pek bilmezdim. Bu yüzden Fransız şiirinden konuşurduk onunla. Çok bilirdi o da, bazı tanımadığım şairlerin isimlerini de söylerdi, bütün bu Fransız şiiri hakkında konuşmalarımızda, ezberde bildiğim Fransız şiirlerini okurdum. Orhan’ınsa Fransız’ca bir şiir okuduğunu hatırlamıyorum. Şivesini mi beğenmiyordu, hata yapmaktan mı çekiniyordu bilmiyorum. Hiçbir zaman zaaflarını gösterecek işleri yapmazdı.

 

İki yıl böyle buluştuk koridorlarda. Özel bir dostluk da kurulmuş değildi o zaman. Yalnız bütün şıklığına rağmen pek paralı olmadığını anlamıştım. 1936’da onu göremeyince arkadaşlara sordum: “Ne oldu Orhan’a?” Çalışmaya mecbur kaldığı için Ankara’ya gittiğini söylediler. Kendi kendime, “Abimi ziyarete gittiğimde mutlaka rastlarım ona” diye düşündüm. Ne de olsa Ankara çok küçük bir yerdi o sıralarda. Nitekim, 1938’de Ankara’ya gittim ve tahmin ettiğimden daha çabuk karşılaştık. Çünkü o sıralarda Sabahattin Eyuboğlu ile samimiyetim ilerlemişti, kimi zaman onun evinde kalırdım. Orhan ve arkadaşları Melih’le Oktay da Sabahattin’in muhitinde bulunuyorlardı. O zaman dostluğumuz daha ilerledi. Orhan’ın tanıştırdığı Melih Cevdet de kısa sürede iyi bir dostum oldu. 1940 yılında da Tercüme Bürosu’na girdim. Çok geçmeden de üçlünün kitabı çıktı: Garip.

 

Lehte ve aleyhte büyük tepkiler aldılar. Bense onların çok lehindeydim. O sıralarda hem Sabahattin hem de Nurullah Ataç onları çok tutuyordu. Ayrıca benim için bu şiirleri anlamak ve ezberlemek çok kolaydı. Örneğin, Yahya Kemal’i pek anlamazdım. Her yeni şeye taraftardım zaten.

 

1941 yılında hem ben hem de Orhan askere gittik. Ben Ankara’da kalıp, Tercüme dergisi ve klasiklerle ilişkilerimi muhafaza edebildim. Orhan ise Trakya’da bulundu. Ama Sabahattin de Ataç da ilişkilerini korudular. Sabahattin, Orhan’ın askerliği biter bitmez Tercüme Bürosu’na girmesi için uğraştı. 1944’te askerliği bitince de bunu başardı. O zaman ikimizin arasındaki, en sıkı dönem başladı. Büroda, Şükran Lokantası’nda, evlerimizde. Zaten hemen hemen her akşam bir dostumuzun evinde buluşurduk. Bazen ikimizin arasında fırtınalı zamanlar da olmuştur. Ne de olsa Tercüme dergisinin zamanında çıkması için bir rolüm vardı. Sabahattin de büronun şefi olduğu için, Orhan’a Türkçesi düzeltilecek metinler verirdi. Ama Orhan günlerce kaybolurdu, verilen çevirileri getirmezdi. Bu yüzden derginin çıkmasına etkisi olurdu. Tabii ki asıl sebep içkiydi. Kaybolması hakkında özür dilemek için, gelir gelmez ilk önce son zamanlarda yazdığı şiirleri gösterirdi. Bu durumda kimsenin ona kızabilmesi mümkün olmazdı.

 

Ataç, pek Tercüme dergisine karışmazdı. Hem Sabahattin Eyuboğu hem de Orhan Veli’yle arası açıktı. Orhan’ın şiirlerini genellikle beğenmeye devam etmişse de, ona Şakuli Solucan derdi. Orhan ise;

 

Nurullah Ata

Trink Galata

Soğan Salata

 

derdi. Durum öyle bir hale gelmişti ki ikisinin aynı ortamda bulunması imkânsızdı.

 

Bu gergin hava Tercüme dergisinin Şiir Özel sayısını hazırlamasına kadar devam etti. Orhan bu sayının hazırlanmasında var gücüyle çalıştı. Fevkalade güzel çeviriler, yazılar, ve onun sayesinde bu özel sayı gerçekten edebi yönden büyük bir olay olmuştu. Özellikle Orhan’la Melih’in Éluard’dan çevirdikleri Hürriyet şiiri gerçek bir şaheserdi. Tıpkı Orhan’ın Çirozname’si, tıpkı Melih’in Annabel Lee’si gibi. Kim bilir belki de o Hürriyet şiirinin çevirisinden dolayı Reşat Şemsettin, Hasan Âli Yücel’in yerine gelir gelmez, yaptığı ilk işlerden biri hem Orhan’ı hem de Melih’i Neşriyat Müdürlüğü’nden çıkarmak olmuştur. Bugüne kadar düşünüyorum ki, bu olmasaydı, Orhan Tercüme Bürosu’nda kalsaydı, hem sevdiği bir iş hem de sağlam bir geliri olsaydı daha az içer, daha normal bir hayata girebilirdi. Böylece 36 yaşında hayata veda etmezdi.

 

1949 yılında Yaprak’ı bu kadar kuvvetle çıkarma isteği, Tercüme dergisindeki ortamı tekrardan yaratmak isteğiydi, sevdiği insanlarla, sevdiği bir iş için. Tabii ki şartlar başkaydı. Yaprak’tan gelen parayla yaşamasına imkân yoktu, hatta tam tersi, mali bakımdan bir yüktü. Bazı özel eşyalarını, kendisine verilen hediyeleri satmak zorunda kalırdı.

 

Yaprak’taki Orhan’ın nesir yazıları, onun entelektüel bakımdan olgunlaşmasını gösteriyordu. Sola gidiyordu. Bunda Mahmut Dikerdem’in de etkisi vardı. Onun yalnız bir şair değil, iyi bir düşünür ve iyi bir yazar olduğu da belli olmuştu.

 

Tercüme dergisindeki işimiz bittikten sonra ilişkimiz bitmemiş, aksine dışarıda daha çok görüşür olmuştuk. Bol bol evimize gelirdi. Dora’yı çok severdi, Dora da onu çok severdi. Zaten bütün kadınlar onun kibarlığına hayrandı.

 

Benden ve Dora’dan başka sevdiği Bella ve kedimiz Edibe vardı. Diyebiliriz ki, ikisine de tutkundu. Gelir gelmez kedimiz Edibe, onun dizine atlardı. Orhan da uzun uzun onu okşardı. Bella ile uzun saatler bir arada kalırlardı. Pek konuşmazdı, ama hep seyrederdi. Bella, bakılması sevap olan bir kadındı. Bella’nın olgunluk sınavında veremediği tek ders olan geometriyi çalışması için teşvik etmeye uğraşırdı. Birlikte Sabahattin’e veya onun piyanist dostu Roji’ye giderlerdi. Yani hep yanında olmaya çalışırdı.

 

Anlaşılan Orhan, Bella’ya bakmaktan çok zevk alırdı. Sere serpe şiiri, ve yazdığı mektuplardan görülüyor ki onun tarafından bu iş daha çok platonik bir ilişki olmuştur. Zaten şunu da hesaba katmak lazım; Nahit Hanım’ın uyarısını. Kendisi açıkça, Bella’nın ismini vermeden, “Orhan’ı kimseye kaptırmam” demişti. Orhan’ın başka ilişkileri de olabilirdi. Ama Bella o sıralarda güzelliğiyle, gençliğiyle, saflığıyla çok cazibeli bir kızdı; ona karşı bir şey hissetmemek çok zordu. Orhan’dan başka ona aynı duyguları besleyen epey insan vardı.

 

Kedim Edibe’ye gelince, bilindiği gibi onun hakkında çok ilginç iki şiir yazmıştı. O şiirler sayesinde Edibe, Orhan’ın okuyucularının gözünde yaşıyor. Böylece Edibe de onun sahibi Erol Güney de unutulmadı. Yani Türkiye’de benim ismimi bilenler, ne yaptığım klasik tercümelerimi ne de Tercüme dergisindeki yazılarımı biliyor da, daha çok bu şiirlerden anımsıyorlar.

 

Kedim hakkında yazdığı iki şiir onun gerçeğe ne kadar bağlı olduğunu gösterir. Bir gün Orhan bizde, Edibe de onun dizinde oturuyordu. Edibe birdenbire ayaklandı ve dışarıya çıkmak için hamle yapmaya çalıştı. Kapıya koşmuştu. Orhan ne olduğunu anlayamamıştı, açıkladım: “Ciğerci geçiyor, duyuyor musun; ondan bana ciğer alın demek istiyor” dedim. Ciğercinin sesini bizden çok önce duymuş ve tanımış olmasına da şaşırmıştı, ama bunu aklının bir köşesine not etmişti.

 

Aradan birkaç ay geçti, bu sefer aşk yüzünden dışarı çıkmak istiyordu, gene Orhan vardı. Bu ikisini birleştirip hayatının başlıca şeylerinin bunlar olduğunu o birkaç mısrayla anlattı Orhan:

 

Bir erkek kediyle bir parça ciğer;

Dünyadan bütün beklediği.

Ne iyi!

 

İkinci şiir ise Edibe’nin hamileliği ilerledikten sonra ortaya çıktı. Edibe bir köşede yatmıştı, Orhan onun bu halini şiirleştirdi. Bu tasvirlerinin ne kadar doğru olduğunu da birkaç yıl önce fark ettim.

 

Çıkar mısın bahar günü sokağa

İşte böyle olursun.

Böyle yattığın yerde

Düşünür düşünür

Durursun.

 

Edibe’nin 22 yaşında ölmesinden sonra ailemize başka kedi almamaya karar vermiştik. Ama nasıl olduysa bundan iki üç yıl önce, genç ve dişi bir kedi evime girdi, çıkmak istemedi. Hoşuma gittiği için de onu benimsedim ve evde kalmasına izin verdim. Zaten yalnızdım, artık ailem yoktu ve evde bir canlıya gereksinim duyuyordum. Gene de bahçeye çok çıkardı, özgür bir kediydi. Ne olmuşsa olmuş, gebe kalmıştı ve tıpkı Edibe gibi davrandı; düşüne düşüne durdu. Ben de ona dedim ki: “Bak Orhan Veli’yi okusaydın, böyle olmazdın.”

 

O zaman düşündüm ki, bu şiirleri kediceye çevirebilseydik çok iyi olurdu. Kedi nüfusunu tahammül edilebilecek sınırda tutabilirdik.

 

Neyse, Orhan’ın kedim hakkında yazdıklarına tamamıyla realist şiir denilebilir. Bu şiirlerin ilhamı tamamıyla gerçekten geliyor. Orhan birçok şairde olduğu gibi ilham değil de gerçekçilik okuluna bağlıydı. Orhan’ın güzelliği tamamıyla buradaydı. Şairane dediğimiz tarafı ise onun dilindeydi. En kısa ve tam yerinde olan kelimelerle ifade etmesiydi. Bu şiirleri yazmadan önce biz kedimize Pusi derdik. Ama bundan sonra Orhan’ın teklifi üzerine Edibe yaptık. Çok zeki bir kediydi, yeni ismini çabuk öğrendi.

 

Ama işte bu zekâdan ötürü Edibe, Orhan’ı da bizi de çok korkuttu.

 

Olay, zannediyorum ki Orhan’ın Yaprak’ı çıkarmaya başladığı zamanlarda olmuştu. O gün çok defalar yaptığımız gibi evimde toplanmıştık. Orhan, Sabahattin, Melih hep birlikte masanın başında oturmuş konuşuyorduk. Birdenbire dairenin kapısı gürültüyle açıldı, fakat kimse girmedi. Bir yandan çok cüretli olmasına rağmen polisten korkan Orhan, bembeyaz oldu. Herkes şaşkın şaşkın birbirine bakıyordu. Evin sahibi olarak ilk kalkan bendim. “Bakmaya gideceğim” dedim, ama bir de ne göreyim: Edibe mutfakta, musluğun ucundan su içmeye çalışıyor. Zaten nedense suyu sadece musluktan içerdi. Ya musluğu açmamızı ister ya da musluğun ucunda biriken birkaç damlayla yetinirdi.

 

Meğerse Edibe, nasıl olduysa, kimseden ders almadan, sadece bizi seyrederek kapıyı açmayı öğrenmiş. Koluna sıçrayıp basarak kapıyı açabiliyormuş. O anda da su içmek için kapıyı o açmış. Odaya döndüm; “Merak etmeyin, bizim kedi!” dedim. Herkes, özellikle Orhan rahatladı. Sanırım Orhan, o gün, onun bu kadar zeki olmasını istemezdi.

 

İşte böyle, hem Türk dilini hem de Orhan’ın ona bağlılığını düşünerek Orhan’ın heykeliyle böylesi bir monologla iki saat kadar kaldıktan sonra şehre indim. Otobüste de hayretle etrafımı seyrederdim, yapılan değişiklikler için. Beşiktaş’ta indiğim sırada bir adam bana yaklaştı ve dedi ki: “Affedersiniz, siz Erol Güney değil misiniz?” Biraz şaşırdım, ama “Evet!” diyebildim. Bu sırada “gene mi gizli polis” diye düşünmeden edemedim.

 

Bu sırada o adam da kendisini tanıttı. “Ben Mehmed Kemal, gazeteciyim. Cumhuriyet’te çalışıyorum. Daha önce Ankara’da tanışmıştık.”

 

Doğrusunu söylemek gerekirse, onu hatırlamadım. Herhalde arkadaşım değildi. Basın konferanslarında, toplantılarında buluşurduk. Sordum: “Nasıl oldu da beni tanıdınız? Bu 35 yıl içinde çok değiştim.”

 

“Evet, çok değişmişsiniz, ama eski Erol Güney’den çok şeyler kalmış. Bir de otobüsteyken geçtiğimiz yerlere öyle bir bakışınız vardı ki, hem bu yerleri tanıyordunuz hem de bu yerleri çok değişmiş buluyordunuz. Ben de kendi kendime dedim: Bu mutlaka uzun yıllardan sonra İstanbul’a gelen Erol Güney’dir.”

 

Akıllı adamdır Mehmed Kemal, ama işte akıllılığından dolayı, bu karşılaşmamızdan sonra Cumhuriyet’te yazdığı yazıda bir hata yapmıştır. Bu yazıda lafı Orhan Veli’nin Edibe için yazdığı şiire getiriyor ve diyor ki:

 

Çıkar mısın bir pazar günü sokağa

İşte böyle olursun

 

Oysa şiirde çıkar mısın bir pazar günü değil, bahar günü demiştir Orhan. Çünkü kedi pazar gününü bilmez. Öyleyse neden Mehmed Kemal bu hatayı yapmıştır? Çünkü bu şiirde kediyi değil de bir genç kızı görmüştür. Tabii Orhan da Edibe’nin arkasında düşünüp düşünüp duran bir genç kızı görüyordu. Ama tanık olduğum için biliyorum ki Orhan bir genç kızı değil, Edibe’nin gerçek durumunu anlatıyordu. Hem de çok sadık bir şekilde.

 

Demek ki bu şiir, hem çok gerçekçidir hem de simgeseldir. İşte büyük şiir de böyle olur. Bunun için bu küçük şiir bir bakımdan da, mükemmel bir şiirdir.

 

Mehmed Kemal’den ayrıldıktan sonra Beyoğlu’na çıktım. Tünel civarında dolaştım. Gördüm ki her şey altüsttü. Sordum: “Ne oluyor burada, neler oluyor?”

 

Rusya’dan doğalgaz gelecek, onun için kazılıyor” dediler. Acı acı güldüm. 35 yıl önce, Sovyetler Birliği’nin Türkiye’yle normal ekonomik ve diplomatik ilişkiler kurmak istediğini söylediğim için buradan kovulmuştum.

 

Orhan, genç öldüğü için de pek fazla yazmamış, çok yazık. Herhalde çok daha güzel şeyler yazabilirdi. Ama bunun iyi bir tarafı varsa o da şu: Şiirlerinin toplandığı kitabı yolculuğa çıktığımda yanıma almak kolay. Ben de genellikle uzun seyahatlere çıktığım sırada bu kitabı yanımdan eksik etmem.

 

Diğer dillerde de çok şiir okudum, hâlâ da okuyorum. Birçoğunu da ezbere biliyorum. Ama dünyada ya da etrafımda bir şey olduğu zaman onlar hatırıma gelmiyor da Orhan’ınkiler geliyor. Örneğin, pek tanımadığım bir adam ölmüşse, çok iyi bildiğim diğer dillerde “Yazık oldu Süleyman Efendi’ye” gibi bir laf gelmiyor aklıma. Ya da “Olmaz ki! Böyle de yatılmaz ki!” gibi hem kısa hem de canlı bir sahneyi tarif edebilecek şey yok. Bu da Orhan’ın büyüklüğüdür. Belki düşünüyorum da bunda Türk dilinin de bir özelliği olsa gerek. Örneğin; çok defa Türkçe bilinmeyen bir muhitte içimden Türkçe bir formül geliyor. Örneğin bir hastayla karşılaştığım zaman “Geçmiş olsun” diyebileceğim bir formül bulamıyorum. Kimi zaman içimden gelerek bu iki kelimeyi söylediğim zaman, “Ne diyor bu adam!” gibisinden bana bakıldığını fark ediyorum. Ya da bir evde güzel bir yemek yiyince, evin hanımına “Elinize sağlık” demeyi istiyorum. Ama diğer dillerde, “Teşekkür ederim, çok güzel olmuş” gibi şeylerden başka bir şey bulamıyorum. “Hoşça kalın, güle güle” gibi diğer dillerde ona yakın bir şeyin olmadığı formüllerdir.

 

İstanbul’a son gelişimde Orhan’ın heykelinin yanı başında Boğaz’a bakarak bir müddet oturdum. İçimden onunla konuşmak geldi. “Orhan” dedim; “Seni bu son yıllarda daha çok hatırlıyorum. Nedeni de açık. Çok sevdiğim Türk diliyle başlıca bağımı sen oluşturuyorsun. Oturduğum yerde yakın arkadaşlarım arasında pek Türkçe konuşan yok. Böyle olunca Türkçeyle ilişkimi şiirin vasıtasıyla yürütüyorum. Ne iyi ki şiirlerin bu işler için çok elverişli. Bak, biraz rahatsızlandığımda:

 

Çok sevdiğim salatayı bile

Aramaz mı olacaktım?

Ben böyle mi olacaktım?

 

Bir romantik ilişkime son verdiğim zaman:

 

Eski bir sevdadan kurtulmuşum;

Artık bütün kadınlar güzel;

 

Bir iki yerde de onun gibi hissettim:

 

Olmaz ki!

Böyle de yatılmaz ki!

 

Tabii dünyada birisinin başına bir iş gelirse, kaza olursa, ölürse derdim ki:

 

Yazık oldu Süleyman Efendi’ye.

 

Son birkaç sene içinde bütün ailemi oluşturan üç kişiyi de kaybettim. Ben de uzun zaman yalnız yaşadım. O zamana kadar senin pek dikkat etmediğim bir şiirini de kendi kendime tekrarladım:

 

Bilmezler yalnız yaşamıyanlar,

Nasıl korku verir sessizlik insana;

Bilmezler.

 

Söyleyeyim sana Orhan, bu şiir o günlerde beni çok sarstı. Çok tekrarladım onu. Tabii hep savaşta bulunan bir bölgede yaşadığım için ve bu bölgede hep politikacılar konuştuğu için çok tekrarlarım:

 

Neler yapmadık şu vatan için!

Kimimiz öldük;

Kimimiz nutuk söyledik.

 

Ve ben bu şiiri İbranice’ye tercüme edip, İsrail’lilere okuyorum. “Bu bölgede yaşayanlar mutlaka bu şiiri bilmelidirler” diyorum. Ve yaşım ilerledikçe de

 

Kolay değil bu dünyadan ayrılmak

 

dizesi beni daha çok etkiliyor.”

 

*****

 

Bella Eskenazi, Erol Güney’in baldızı

yani Dora’nın kız kardeşi.

Bu bölüm Bella’nın anlattıklarından

yola çıkılarak yazıldı.

 

Yer Ankara’da Sabahattin Eyuboğlu’nun evi, yıl 1946. Ev halkı ve misafirler salonda otururken küçük odada genç bir kız sedire uzanmış, isteksizce ders çalışıyor. Odanın öbür köşesinde, şair, kâğıda bir şeyler yazıyor. Sonra genç kıza uzatıyor kağıdı: “Bak, senin için bir şiir yazdım.” Okuyor genç kız:

 

SERE SERPE

Uzanıp yatıvermiş, sere serpe;

Entarisi sıyrılmış, hafiften;

Kolunu kaldırmış, koltuğu görünüyor;

Bir eliyle de göğsünü tutmuş.

İçinde kötülüğü yok, biliyorum;

Yok, benim de yok ama…

Olmaz ki!

Böyle de yatılmaz ki!

 

Evet, şairimiz Orhan Veli, genç kız da Bella. Aslında tanışmaları iki üç yılı bulmaktadır, ama arkadaşlık ve samimiyetleri daha yenidir. Bella, Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde İngilizce dersi vermektedir, bir yandan da liseyi bitirmek için kalan birkaç dersini çalışmaktadır.

 

Bella (Kent kızlık adı) 1923’te İstanbul’da doğmuş. İlk ve ortaöğrenimini değişik okullarda sürdürmüş. 40’lı yıllarda Ankara’da yaşayan ablası Dora’yı sık sık ziyaret eder. Dora, Güzel Sanatlar Müdürlüğü’nde görevlidir. Eniştesi 1946’ya kadar Tercüme Bürosu’nda çalıştıktan sonra istifa ederek Agence France Presse’e geçer. Erol Güney’in üniversite yıllarından beri tanıdığı ve Tercüme Bürosu’nda da dostluğunu sürdürdüğü Orhan Veli, Güney çiftinin evlerine konuk olur sık sık. Yine 1946’da Hakkı Tonguç ve Sabahattin Eyuboğlu, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile görüşürler. Cumhurbaşkanı’na “Hasanoğlan’da İngilizce dersi verebilecek bir kız bulduk, ama adı Bella” dediklerinde aldıkları yanıt, “ Ee? Ne bekliyorsunuz, hemen işe alın” olur. Bella liseyi bitirmediği için öğretmen değil de kütüphaneci olarak işe alınır. Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nde İngilizce, Fransızca ve Almancanın yanı sıra jimnastik dersleri de verir. Shakespeare’in Bir Yaz Gecesi Rüyası adlı eserini sahneye koyan öğrencilerin yanında da o vardır; sahne düzenlemesine yardımcı olmakla kalmaz, oyundaki dansları da oyunculara o öğretir.

 

Bir gün kaldığı odanın kapısını açtığında, yatağında bir ayının uyuduğunu görür. Başka bir gün de Hasanoğlan’da durmayan trenden bir sonraki istasyonda inip saatlerce yürür okula dönebilmek için. Bütün bunları tatlı anılar olarak anlatıyor Bela.

 

1946 seçimlerinden sonra değişen politikadan Tercüme Bürosu, Milli Eğitim ve Köy Enstitüleri’yle birlikte Bella da payına düşeni alır. 1948’de Meclis’te sorulan soruların biri onunla ilgilidir; hükümete, liseyi bitirmemiş bir Yahudi kızının para mukabilinde Hasanoğlan’da ders verip vermediği sorulur. Bella’nın Enstitü’deki öğretmenliği son bulur.

 

Orhan Veli, uzun yıllar Bella’ya kur yapar. Bir de isim bulur ona: Düşes. Karşı adlı kitabını 1949’da Bella’ya verirken ilk sayfasına, “Bu iş böyle yürümez duchesse!” yazar. Nedir yürümeyen tam belli değil. Belki de, Bella’nın Orhan Veli’yi hep arkadaş gibi görmesi, platonik de olsa ilgisini dostluğa yorumlaması sanırım. O yıllarda Orhan Veli’nin birkaç kadına daha kur yaptığını bildiğimiz için, Bella’yı bu konuda haklı görmek gerekir.

 

Aşağıdaki mektup da Bella’ya yazılmış. Tarih yok, ama Yaprak antetli bir kâğıda yazıldığına göre 1949-50 olmalı:

 

Bella,

Bir gazeteci evinde mürekkep bulunamadı. Bu yüzden mektubumu kurşun kalemle yazmak zorunda kaldım, özür dilerim. Benim hakkımda ISTANBUL gazetesinde çıkan yazıdan dolayı yazdıklarınıza teşekkür ederim. Bununla beraber beni daha evvel yazılmış yazılardan daha iyi tanımak mümkündü. Burada, Seza geldiğinden beri, çok güzel vakit geçiriyoruz. Birkaç defa, Ralfi’ye, Lüküs Hayat operetinden parçalar söyledim. Bugün de o parçaları tekrar ettim. Benden, bilhassa bu noktayı yazmamı isteyen Seza’dır. Bu hafta Ankara’da at yarışları başlıyor. Belki de kazanırız. Benimle ortaksınız. Bir vurgun vurursak haber veririm.

Orhan Veli

Bu mektubun bütün cümleleri tesadüfen, B ile başladı. Belki de Bella B ile başladığı için.

 

Orhan Veli’yi çok güzel anlatan bir mektup bu. İçeriğinde kur yapmıyor Bella’ya, ama her cümleye B ile başlayarak anlatıyor kendisini.

 

Mektuptaki gazeteci Erol Güney’dir. Seza ise Erol Güney’in baldızı, yani Dora ve Bella’nın kız kardeşi. Hüzünlü bir öyküsü var Seza’nın; Erol Güney’in lise yıllarından beri arkadaşı olan Benya Rapoport’un eşidir. Onları Erol Güney tanıştırmıştır. Benya’nın ailesinin bütün karşı çıkmalarına rağmen genç sevgililer evlenir. Benya uzun yıllar Türkiye’de yaşamasına rağmen Romanya vatandaşıdır. Bir işadamı olan Benya Amerika’da bir iş gezisindeyken Romanya’da komünistler iktidarı ele geçirir. Artık komünist bir ülkenin vatandaşı olan Benya, Türkiye vizesi alamaz. Romanya’ya gönderilmemek için Amerika’da evlenerek oraya yerleşir. Seza’ya bakmak da Erol Güney’e düşer. Bir de oğlu vardı Seza’nın babasını hiç görememiş olan Ralfi. Orhan Veli bu iki yaşındaki bebeği çok sever, ona şarkılar ve mektupta bahsettiği gibi Lüküs Hayat operetinden parçalar söyler. Orhan Veli’nin at yarışlarına düşkünlüğü bilinir. Gerek İstanbul’da gerek Ankara’da at yarışlarını hiç kaçırmaz. Bundan Orhan Veli’nin yarışlardan iyi para kazandığı sonucu çıkarılmasın; hep sürpriz atlara oynar, kazandığında iyi kazanmak için… Ve hep kaybeder.

 

Erol Güney, 1956’da İsrail’e yerleşince Dora’yla beraber Seza ve Ralfi de İsrail’e giderler. Ralfi başarılı bir film yönetmeni olur. Ne yazık ki 40’lı yaşlarda kalp hastalığı nedeniyle ölür. Seza da evlat acısını yaşadıktan sonra 2000’de yaşamını yitirir.

 

Bella, Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ndeki işine son verilince İstanbul’a döner. Annesiyle İstiklal Caddesi’ndeki Hacopulo Hanı’nın çekme katında bütün Boğaz’ı ve Haliç’i gören bir daireye yerleşir. Dört yıl kadar oturdukları bu evin konukları arasında Orhan Veli de vardır. Gelir, bir köşede oturur, konuşulanları sessizce dinler. Evde içki yoktur, yarım saatliğine Lambo’ya gider, iki tek atıp döner. Bir keresinde de evin cumbasında oturup konuştukları basamakta sızar kalır.

 

Orhan Veli, öldüğü güne kadar sürdürür Bella’ya ziyaretlerini. Cenazesi kaldırılırken bir köşede ağlayan kadınların arasında Bella da vardır.

 

Bella şu an Bebek’te oturuyor. Evi, Orhan Veli’nin mezarı ve heykeline çok yakın. Okuldan bildiği Almanca’nın yanına, kendi kendine öğrendiği beş dili daha ekledi: İngilizce, Fransızca, Almanca, Yunanca ve İtalyanca. Evlendi; bir kızı, bir torunu var ve sık sık onları Barselona’da ziyaret eder.

 


ANA SAYFA