* iletişim..>>

 

* neden ORHAN VELİ?>>

* neden ŞİİR EVİ?>>

* etkinlikler>>

* ulaşım>>

* ORHAN VELİ sergisi>> * şiir yaprağı sonuçları>>

* düzenSİZ YAPRAK>>

* bağlantılar..>>

KANIK'sadığım biri

ORHAN VELİ

Yazan: M. Şeref Özsoy

JUST FOR THE HELL OF IT

111 Poems by ORHAN VELİ

Translated by

Talat Sait Halman

ORHAN VELİ KANIK

Fremdarting

übersetzt von

Yüksel Pazarkaya

ORHAN VELİ'nin

çevirdiği şiirler

Haz: TUNÇER BAYKAŞ

 

SUSUZ RAKININ KRALLARI

 

Benim Orhan Veli'nin izinde yürüdüğüm gibi, Mevlüt Yaprak da Vahit Lütfi Salcı'nın izinde yürüyor uzun zamandır.. Hatta bir de kitabı çıktı Ulusal Bellek Yayınları'ndan; "Vahit Lütfü Salcı'nın İzinde".. Kim mi Vahit Lütfi? Uzun zamandır Mevlüt hocamdan dinlediklerim ve şimdi de kitabından okuduklarıma göre kısaca yanıtlarsam; şair ve müzisyendir ama, ona "folklor araştırmacısı" dersek, daha doğru olur.. 2 şiir kitabı (Saz Şairleri Gibi, Benim Gibi); 1 piyesi (Hafiye Darbesi); Sürgün anılarından oluşan Feryad-ı İstibdad'ı ve iki folklor araştırması (Gizli Türk Halk Musikisi ve Türk Musikisinde Armoni Meselesi 1940'da, Gizli Türk Dini Oyunları ise 1941'de) yayımlanmış eserleridir.. Bunların dışında da ciltler dolusu tamamladığı halde yayımlanmamış eserleri var..

 

1940 yılında Maarif Vekaleti'ne (Milli Eğitim Bakanlığı) bir dilekçe yazarak yapmak istediklerini anlatan Vahit Lütfi, mecburen kendisini şöyle tanıtır: "Ben bugün Türkiye ilim müesseselerinde edebiyat ve musiki -acizane- bilgini olarak tanınırım. Beni Türkiye dışında bilhassa Fransa ve Almanya edebiyat alimleri ve daha ziyade müzikologlar ayrıca tanırlar."

 

Dilekçeyi yazma nedeni şudur: "Aziz Türkiyemiz, edebiyat ve musiki bakımından şimdiye kadar zannedildiğinden daha fazla edebiyat ve hazinelerine maliktir. Fakat, bunlar işlenmemiş, aranmamış ve bulunamamış, kalmıştır. Otuz yıldan beri bunlar üzerine yaptığım tetkiklerde, edebiyat ve musikinin biri açık ve gizli olmak üzere iki cephe ile yürüdüğünü fark ettim. Bu, artık inkar edilemez bir hale gelmiştir. Bu iki cephenin en mühimi, gizli kalmış olan kısmıdır. Bunlar; Türkiye'de uzun zamandan beri hükmünü sürüp gelen mezhepler ve bilhassa alevilik, şiilik sebebiyle (sır vermemek) umdesi hasıl olmuştur. Yirmi sene evveline gelinceye kadar, halk edebiyatının açık kısmından olan Gevheri'leri, Karacoğlan'ları, Ruhsati'leri ve daha bir çok arkadaşlarını kaç kişi biliyordu. Hele gizli kısımdan olan Seyrani'leri, Pir Sultan'ları, Kul Himmet'leri, Gaygusuz'ları ve bir çok arkadaşlarını şimdi bile layikiyle tespit edebilmiş değiliz."

 

Vahit Lütfi, bu eksikleri ortaya çıkarmak, yani o zamana kadar tek başına yapmaya çalıştığı folklorik araştırmaları için destek istemektedir.. Bu destek ise, kendisiyle birlikte gezebilecek bir arkadaş ve (gerektiğinde yaya olarak yapacakları) seyahatlerinin masraflarının karşılanmasından ibarettir..

 

Özene bezene yazılmış beş sayfalık dilekçeye bir hafta yanıt verilmeyince, o sırada çalıştığı memurluktan istifa eder.. 8. gün gelen yanıtsa şöyledir: "İstidanız tetkik edilmiştir. Bütçe darlığı dolayısıyla şimdilik bir tahsisat verilmesine imkan görülmemiştir."

 

Biz Neyzen Tevfiğin girdik neyine

Davidin inleyen Mezamirine

Mey içtik sinemize sine sine

Biz aşkın meyine kanıklardanız

 

Biz Böyleyiz şiirine yazdığı bu dörtlük boşuna değildir; içkiyi sever ve sıkı içer Vahit Lütfi.. İsmet Solak'ın 1991'de Güneş gazetesindeki yazısından öğrendiğimiz bir hikaye bunun kanıtıdır:

 

Resmi bir dairede mektup katipliği yaptığı sırada, köylere tahsilata gönderilmiş Vahit Hoca.. Birlikte gideceği arkadaşı Vizeli Hasan Ağa'nın aklına bir fikir gelmiş; 'Dede demiş, hazır o köylere gidiyoruz, buradan bir teneke rakı alalım.. Orada satarız.. Onlar bizi misafir ederken nasıl olsa şarap ikram ederler, biz de rakıdan para kazanırız.' Dede de 'Tamam Hasan Ağa' demiş.. Para toplamış, bir gaz tenekesini yıkayıp rakı doldurmuş, kapağını da lehimletip düşmüşler yola..

 

İlk durakları olan köyde, misafir edilip yedirilmiş, içirilmiş, iyice sarhoş olup sızmışlar.. Sabah gün doğmadan, çantalarına konan çörek, börekle yola çıkmışlar.. Mezarlıktan Bayramdere-Deveçatak köylerine yönelmişler.. Ahlatlı Alçağı'nı geçip yol yakınındaki büyük bir ağaca varınca Dede, 'Yoruldum, Hasan dinlenelim' demiş.. Hava aydınlanırken, ağaca yaslanıp dinlenmişler.. Biraz sonra Dede, ceplerini karıştırmağa başlamış.. Yelek cebinden çıkardığı beş kuruşu Hasan Ağa'ya uzatmış: 'Bana beş kuruşluk rakı ver Hasan Ağa.. Akşam çok kaçırmışız, gırtlağım kurudu..'

 

Hasan Ağa da meyilli olduğundan, ağaçtan kırıp ucunu sivrilttiği bir dalla lehimi delmiş, önünde çömelen Dede'nin ağzına üç yudum rakı dökmüş: 'Tamam Dede. Beş kuruşa üç yudum, bir duble yani' demiş.. Dede, razı, keyiften uçuyormuş.. 'Sağol Hasan, değdi doğrusu' deyince Hasan Ağa parayı Dede'ye uzatmış: 'Bana da beş kuruşluk rakı.' Gün doğarken azık torbasını açmışlar, börek, çörek, peynir, soğan, sarımsak başlamışlar içmeye.. 'Al beş kuruşu, ver beş kuruşu.' Tenekenin dibinde beş parmak rakı kalıncaya kadar içmişler..

 

Tabii sonunda sızıp komaya girmişler.. O gün geçmiş, ertesi sabaha doğru, ayrıldıkları köyden Mansur Ağa oradan geçiyormuş.. Bazı seslerden ürken atı, onu da korkutmuş.. Atından inip başlamış dua okumaya, mezarlığa baka baka: 'Bismillah, Allah allah. Ey erenler evliyalar, yabancı değilim. Ben de sizden biriyim. Mansur Salim adım, gösterin kendinizi de o mertebeyi göreyim.'

 

Böyle sesleniyor ama, yüreği de makineli tüfek gibi atıyormuş.. Sonunda dikkatlice bakmış; sesler mezarlıktan değil ağacın ilerisinden geliyor.. Biraz daha ilerlemiş, bakmış; bir insan kafası.. Üstünde tek tüy yok.. Ağacın altına gelince inleyenlerden birinin Dede olduğunu görmüş.. Hasan Ağa'yı da tanımış.. İkisi de inanılmaz derecede rakı kokuyor.. Hatta zehirlendikleri belli, üzerlerine çıkarmışlar..

 

Mansur Ağa, çukurda biriken kardan kucak kucak alıp ikisini de temizlemiş.. 'Ahhh, offf' derlerken atın üstüne yüklemiş, kovboy filmlerindeki ölü çobanlar gibi köye varmışlar.. Ahmet Dede sabah çayı için kahveye gidiyormuş, Vahit Dede'yi tanımış:

'Bu nedir böyle Mansur, ben bunları önceki gece yedirip içirip uğurlamıştım.'

'Ben de bu sabah içkiden komaya girdikleri yerde bulup getirdim Ahmet Baba.'

 

Ahmet Dede'nin evine götürmüşler, sıcak tarhana çorbası içirmişler.. Sonra çivi çiviyi söker diyerek ikişer kadeh daha rakı çekmişler.. Ahmet Dede azarlamış Vahit Dede'yi: 'Sen ocaktansın. Bu ocakta içilir, ama içilen bilinir Vahit. Bu halin ne?'

 

Vahit Dede mahcup: 'Haklısın baba, diyecek sözüm yoktur. Ama beş kuruşa bu kadar tatlı rakıyı da ilk defa içtim. Ucuz bulunca fazla kaçırmışız galiba. Bağışla fakiri.'

 

Şüphesiz Ahmet Dede bağışlamıştır her ikisini de ama, herhalde kulaklarına astığı küpeler az önceki laflarla sınırlı kalmamıştır.. O günlerde henüz ufak bir çocuk olan Bedri Rahmi, Ne Sulu Ne Susuz şiirini yazmış olsaydı mutlaka onu da okurdu:

 

Nice bağlar bozuldu

Kaç bin sakalım ezildi

Birkaç yürek kanadı

Birkaç nabız çizildi

Senin için

Namussuz

Ne sulu ne susuz

 

Sen benim canımı mesken mi tuttun?

Canımın cücüğünü yaktın kuruttun

Yıktın mümkünümü çarelerimi

 

Ulan rakı ulan namussuz

Ne sulu ne susuz

 

Durup dururken kanıyorum

Kendi nefesimden utanıyorum

Bir kibrit çaksalar yanıyorum

 

Ulan rakı ulan namussuz

Ne sulu ne susuz

 

Bedri Rahmi de bu kadarla kalmaz, birkaç rakı efsanesi anlatır:

 

"Rivayet olunur kim; bundan 50 yıl önce Çorum'da arslan yapılı, fukara babası, bir delikanlı varmış, oldum olası rakıyı susuz içermiş. 24 saatin yirmisini içmeden edemezmiş. Bir de sevgilisi varmış, güzelliği yedi düvele nam salmış. Güzel bakmış ki, rakı katmış önüne sevgilisini sürüp gider. İçkiyi böylesine içen daha kaç yıl kocalık eder? Danışmadığı yaşlı kalmamış. En sonunda doksanına kadar içen iri kıyım kocamış çınarlardan biri buyurmuş.

'Kasaptan beş dakika önce kesilmiş koyun ciğerini alacaksın. Rakı sofrasını kuranda yalvaracaksın. Yiğidim rakını yarı yarıya su koyup içeceksin, sözümü dinlemezsen genç yaşta göçüp gideceksin', deyip, taze ciğerlerden bir parçasını susuz rakı bardağına attı. Susuz rakıyı emen elma boyundaki ciğer, birden ceviz kadar ufaldı, buruştu, küstü. Sonra hiç vakit geçirmeden yarı yarıya su koyduğu rakı bardağına aynı boyda bir ciğer parçası attı. Sulu rakıdaki ciğer küçülmeden, küsmeden, buruşmadan olduğu gibi kalakaldı.

 

Rivayet olunur kim; o gün bugün fukara babası pehlivan ağzına susuz rakı koymadı ve sevgilisinin dizinin dibinden ayrılmadı.

 

Ama sen yine kulak asma

Öylesine kalleştir bu yosma

Ulan rakı, ulan namussuz

Ne sulu ne susuz.

 

Rivayet olunur kim, ana südüne doyamayan kimi bebeler duvarın kirecini yalarmış, nar tomurcuğu dudaklar üstünde badana beyazı kalsiyumun ta kendisiymiş. Kireci yalamayan bebeler kalsiyum kıtlığından kemik veremi olurlarmış. Susayan bebeler bir damla nem için cam yalar, testi yalar, olmayacak şeyleri emermiş. Bizim rakıya yönelişimizle, beş aylık sabinin kireç yalaması aynı şey mi?

 

Rivayet olunur kim; bir gün ömründe ağzına bir damla içki değdirmemiş çobana efendisi ağzına kadar dolu bir bardak sade rakı vermiş, bir yudumda devirmesini şart koşmuş. Ağzı, burnu, nefes borusu ateş alev yanan zavallı çoban, boş bardağı yerine koyarken:

 

'Ağam bu zıkkımı devlet zoruyla mı içersiniz?' diye sormuş.

 

Evet yirmi yıldır, her zaman sorar dururum kendi kendime. Nasıl başladım bu zıkkıma? İlk kadehler yüzde yüz 'dostlar alışverişte görsün', ilk kadehler yüzde yüz gösteriş, fiyaka, çalım. Daha sonraları bir tek dayanak: sevişmenin uzaması, kadın. Ama yekûn hanesinde ağır basan kahrolası fiyaka, kahrolası çalım.

 

Canına yandığımın işi! Bir çocukluk suçunu canımızla ödeyelim.

 

Ulan rakı ulan namussuz

Ne sulu ne susuz

 

Başlangıçta ben süvariydim, sen küheylan. Sonunda sen süvari oldun ben küheylan.

 

Dilediğin yere sürdün beni

Tam bel kemiğimden kırdın beni.

Ulan rakı ulan namussuz

Ne sulu ne susuz

Sen benim canımı mesken mi tuttun?

Canımın cücüğünü yaktın kuruttun

Yıktın mümkünümü, çarelerimi

Yâr gelse saramaz yârelerimi

Kimimiz sevmek için içiyoruz, kimimiz sevilmek için

Kimimiz susmak için içiyoruz, kimimiz konuşmak için

Kimimiz ağlamak için içiyoruz, kimimiz gülmek için

Kimimiz yavaş yavaş yaşamak için içiyoruz, kimimiz

Yavaş yavaş ölmek için.

 

Yukarıdaki "kimimiz"leri "kimi zaman" da yapabiliriz, şaire ayıp etmeden ama, şu anki derdimiz; rakının ne zaman değil, nasıl içileceğine dairdir.. Mina Urgan rakıya su katmadan içenlerdendir ve hatta su katanları eleştirir, özentilikle:

 

"Eskiden rakı böyle içilirdi. Çok küçük rakı kadehleri vardı. O küçük kadehten önce rakı içilir, üstüne soğuk su içilirdi. İngilizler, viskiyi susuz sodasız içerler. Ancak o görgüsüz Amerikalılar viskiye buzlu su ya da soda katar. 1940'lı yıllarda Missouri gemisinin İstanbul limanına demir atmasıyla birlikte, biz de onlara öykündük, rakımıza su kattık. Zaten biliyorsunuz, bizim yaşam biçimimiz, Missouri'den önce, Missouri'den sonra olarak ikiye bölünür. Missouri savaş gemisinden sonra, bizler milli içkimizin tadını bozduk. Ne var ki, dostum Cahit Kayra bu yanılgıya asla düşmedi. Akşamları bir tek içer ama, susuz içer o teki. Ben de onun gibi yapacağım bundan böyle."

 

Meşhur deyimimizi "Missouri geldi, rakı adabı bozuldu" diye değiştirmenin sırasıdır ama, Hatay yöresinin bir türküsü olan Kuyu Başında Bakır, bu bozuntuya uğramayanın türküsüdür ve nakarat dörtlüğü şöyledir:

 

Aman da Fatmam,

Canım gülüm Fatmam

Ben rakıya su katmam

Sen katar isen ben içmem

Ben Fatma'mdan vazgeçmem

 

Rakıya su katma(ma)nın sebebi kişiden kişiye değişiyor ama, Sunay Akın'ın Galata Köprüsü şiirinde rakıya su değil de, suya rakı katılıyor; nasıl mı?

 

Ey Haliç

ihtiyar tavşanıyla

mânici mi mâni olacaktı

seyyar prezervatif satıcılarına

haydi rakı kat sularına

ve sen de benim

gibi köprünün

haline iç

 

Mustafa Seyit Sutüven de Dükkanım'ında tercihini şöyle belirtir:

 

Burada pastırma satılır;

Irz,

Akıl,

İhtikâr satılır.

Burada rakıya su katılmaz;

 

Vahit Lütfi'den Mustafa Seyit'e dolaştıysak da yolumuz elbette Orhan Veli'ye varacaktır.. Avni Dökmeci, Kaynak Dergisi'nin Aralık 1952 tarihli sayısında yazdığı Haftalık Notlar'da, Orhan Veli'nin ölümünden sonra hazırladığı sayı için kimlerle görüştüğünü ve onlardan yazıları nasıl topladığını anlatırken Cahit Sıtkı ile yaşadıklarını şöyle anlatıyor:

 

"Hemen hemen her akşam Buket Lokantası'na uğradım, Tarancı'dan yazısını almak için. Her görüşmemizde yazı bir gün sonraya kalıyor, biz hep, Orhan Veli'yle olan hatıralarını, Orhan Veli'yi konuşuyorduk. Ne kadar da çok severmiş meğerse. Bir çok şiirini ezbere okuyordu Orhan Veli'nin: Sere serpe'sini, Cımbızlı Şiir'ini, Vatan İçin'i, Yolculuk'unu, Tahattur'unu... Hemen de ilave ediyordu, hiç bir şiirinde ne bir fazla, ne bir eksik kelime olmadığını. Bütün mısralar tamamıyla oturmuş, şeklini bulmuş, arınmıştır diyordu. Gerçek şiire ancak, Orhan Veli titizliğiyle varılabileceğini söylüyordu.

Bir gidişimde yazı yine hazır değildi. Başlamış, olmamış. Dedim, burada hemen yazalım. Öteki yazıların hazır olduğunu, Dıranas'la nasıl yazdığımızı anlattım. O da denedi. Garsona kağıt aldırdı, yazmağa başladı. Ama olmadı. Aklı, rakıyı susuz içmeme takıldı: Orhan da kadehe su katmazdı dedi, yine hatıralarını anlatmağa, şiirlerinden okumağa, söz etmeye başladı, yazı kaldı. Yarın mutlaka hazırlar veririm dedi. Sözünde durdu."

 

Bir de düz rakı vardır ki, Can Yücel'den girip Reşat Ekrem Koçu'dan çıkarak anlatabilirim onu da ama, bırakayım o da ayrı bir yazı malzemesi olarak kalsın kenarda; ya da merak edenler okuyup bulsun.. Ne de olsa bu yazıda lafı çok uzattım.. Daha da uzatmak gerekseydi, Saliha Bakal'ın bir şiirinden alıntı yapıp, Nazım'a bile uzanabilirdim:

 

İçiyorsam susuz rakıyı

Hem de bir dikişte görüyorsam dibini

Vardır, bir Nazım-ı Hikmet’i


Oysa, lafı bu kadar dolaştırmadan Orhan Veli'ye gelmeliydim, ne var ki aklımın bir köşesine takılanları, takıldıkları askıdan indirmeden edemedim gene.. Oysa kısaca şöyle diyebilirdim:

 

1883 yılında İstanbul'da doğan Vahit Lütfi, Orhan Veli gibi yürümeyi çok sever ve parasızlık yüzünden çokça yürürdü.. En uzun yürüyüşünü, Trabzon ile Elazığ arasında 52 günde tamamlamıştır.. Oraya neden mi gitmiş, sürgün edildiği için.. Neden mi Trabzon'dan yürümüş, gemiyle ancak oraya kadar gidebildiği için..

 

İlk şiir kitabı Saz Şairleri Gibi'nin 1940'da çıktığını yazmıştık, bu kitabın önsözünde küçük bir taş vardır: "Mısraları uzatmak ve kısaltmakla edebiyata yenilik getirileceğine inananlardan değilim. Bana kalırsa, bizim asırlardan beri yürümüş gelmiş bir Türk edebiyatımız vardır. Bu, halk edebiyatımızdır. Madem ki dilimiz sadeleşmiş ve gelişmiştir, o tarzı kullanmak ve fakat fikir ve görüş ve oluşta yenilik göstermek ve bu surette edebiyatımızı bu can çekişinden kurtarmak lazımdır."

 

Oysa Orhan Veli ile Edirne ve çevresindeki askerlik günlerinde tanışsaydı Vahit Lütfi, kim bilir ne çok ortak yönlerini bulurlardı birbirlerinin.. Onlar karşılaşmadılarsa da, bir ortak yönlerini bulmamız mümkün; 1950 yılında müthiş soğuklar bastırdığı sırada, kafasında dolaşan şiirlerle evine dönmeye çabalarken ayağı kayıp düşen Vahit Lütfi'yi önce evine taşırlar, 4-5 gün sonra 3 şubat 1950 günü de mezarına.. Tıpkı aynı yılın sonunda, Ankara'daki bir çukura düştükten 4 gün sonra ölen Orhan Veli gibi..

 

M. Şeref ÖZSOY

 


ANA SAYFA