Benim Orhan Veli'nin izinde
yürüdüğüm gibi, Mevlüt Yaprak da Vahit Lütfi Salcı'nın izinde yürüyor uzun
zamandır.. Hatta bir de kitabı çıktı Ulusal Bellek Yayınları'ndan; "Vahit Lütfü Salcı'nın İzinde".. Kim mi
Vahit Lütfi? Uzun zamandır Mevlüt hocamdan
dinlediklerim ve şimdi de kitabından okuduklarıma göre kısaca yanıtlarsam; şair
ve müzisyendir ama, ona "folklor araştırmacısı" dersek, daha doğru olur.. 2 şiir
kitabı (Saz Şairleri Gibi, Benim Gibi); 1 piyesi (Hafiye Darbesi); Sürgün
anılarından oluşan Feryad-ı İstibdad'ı ve iki folklor araştırması (Gizli Türk
Halk Musikisi ve Türk Musikisinde Armoni Meselesi 1940'da, Gizli Türk Dini
Oyunları ise 1941'de) yayımlanmış eserleridir.. Bunların dışında da ciltler
dolusu tamamladığı halde yayımlanmamış eserleri var..
1940 yılında Maarif Vekaleti'ne
(Milli Eğitim Bakanlığı) bir dilekçe yazarak yapmak istediklerini anlatan
Vahit Lütfi, mecburen kendisini şöyle tanıtır: "Ben bugün Türkiye ilim
müesseselerinde edebiyat ve musiki -acizane- bilgini olarak tanınırım. Beni
Türkiye dışında bilhassa Fransa ve Almanya edebiyat alimleri ve daha ziyade
müzikologlar ayrıca tanırlar."
Dilekçeyi yazma nedeni şudur: "Aziz
Türkiyemiz, edebiyat ve musiki bakımından şimdiye kadar zannedildiğinden daha
fazla edebiyat ve hazinelerine maliktir. Fakat, bunlar işlenmemiş, aranmamış ve
bulunamamış, kalmıştır. Otuz yıldan beri bunlar üzerine yaptığım tetkiklerde,
edebiyat ve musikinin biri açık ve gizli olmak üzere iki cephe ile yürüdüğünü
fark ettim. Bu, artık inkar edilemez bir hale gelmiştir. Bu iki cephenin en
mühimi, gizli kalmış olan kısmıdır. Bunlar; Türkiye'de uzun zamandan beri
hükmünü sürüp gelen mezhepler ve bilhassa alevilik, şiilik sebebiyle (sır
vermemek) umdesi hasıl olmuştur. Yirmi sene evveline gelinceye kadar, halk
edebiyatının açık kısmından olan Gevheri'leri, Karacoğlan'ları, Ruhsati'leri ve
daha bir çok arkadaşlarını kaç kişi biliyordu. Hele gizli kısımdan olan
Seyrani'leri, Pir Sultan'ları, Kul Himmet'leri, Gaygusuz'ları ve bir çok
arkadaşlarını şimdi bile layikiyle tespit edebilmiş değiliz."
Vahit Lütfi, bu eksikleri ortaya
çıkarmak, yani o zamana kadar tek başına yapmaya çalıştığı folklorik
araştırmaları için destek istemektedir.. Bu destek ise, kendisiyle birlikte
gezebilecek bir arkadaş ve (gerektiğinde yaya olarak yapacakları) seyahatlerinin
masraflarının karşılanmasından ibarettir..
Özene bezene yazılmış beş sayfalık
dilekçeye bir hafta yanıt verilmeyince, o sırada çalıştığı memurluktan istifa
eder.. 8. gün gelen yanıtsa şöyledir: "İstidanız tetkik edilmiştir. Bütçe
darlığı dolayısıyla şimdilik bir tahsisat verilmesine imkan görülmemiştir."
Biz Neyzen Tevfiğin girdik neyine
Davidin inleyen Mezamirine
Mey içtik sinemize sine sine
Biz aşkın meyine kanıklardanız
Biz Böyleyiz şiirine yazdığı bu
dörtlük boşuna değildir; içkiyi sever ve sıkı içer Vahit Lütfi..
İsmet Solak'ın
1991'de Güneş gazetesindeki yazısından öğrendiğimiz bir hikaye bunun kanıtıdır:
Resmi bir dairede mektup katipliği
yaptığı sırada, köylere tahsilata gönderilmiş Vahit Hoca.. Birlikte gideceği
arkadaşı Vizeli Hasan Ağa'nın aklına bir fikir gelmiş; 'Dede demiş, hazır o
köylere gidiyoruz, buradan bir teneke rakı alalım.. Orada satarız.. Onlar bizi
misafir ederken nasıl olsa şarap ikram ederler, biz de rakıdan para kazanırız.'
Dede de 'Tamam Hasan Ağa' demiş.. Para toplamış, bir gaz tenekesini
yıkayıp rakı doldurmuş, kapağını da lehimletip düşmüşler yola..
İlk durakları olan köyde, misafir
edilip yedirilmiş, içirilmiş, iyice sarhoş olup sızmışlar.. Sabah gün doğmadan,
çantalarına konan çörek, börekle yola çıkmışlar.. Mezarlıktan
Bayramdere-Deveçatak
köylerine yönelmişler.. Ahlatlı Alçağı'nı geçip yol yakınındaki büyük bir ağaca
varınca Dede, 'Yoruldum, Hasan dinlenelim' demiş.. Hava aydınlanırken,
ağaca yaslanıp dinlenmişler.. Biraz sonra Dede, ceplerini karıştırmağa
başlamış.. Yelek cebinden çıkardığı beş kuruşu
Hasan Ağa'ya uzatmış:
'Bana beş kuruşluk rakı ver Hasan Ağa.. Akşam çok
kaçırmışız, gırtlağım kurudu..'
Hasan Ağa da meyilli olduğundan,
ağaçtan kırıp ucunu sivrilttiği bir dalla lehimi delmiş, önünde çömelen Dede'nin
ağzına üç yudum rakı dökmüş: 'Tamam Dede. Beş kuruşa üç yudum, bir duble
yani' demiş.. Dede, razı, keyiften uçuyormuş.. 'Sağol Hasan, değdi
doğrusu' deyince Hasan Ağa parayı Dede'ye uzatmış: 'Bana da beş kuruşluk
rakı.' Gün doğarken azık torbasını açmışlar, börek, çörek, peynir, soğan,
sarımsak başlamışlar içmeye.. 'Al beş kuruşu, ver beş kuruşu.' Tenekenin
dibinde beş parmak rakı kalıncaya kadar içmişler..
Tabii sonunda sızıp komaya
girmişler.. O gün geçmiş, ertesi sabaha doğru, ayrıldıkları köyden
Mansur Ağa
oradan geçiyormuş.. Bazı seslerden ürken atı, onu da korkutmuş.. Atından inip
başlamış dua okumaya, mezarlığa baka baka:
'Bismillah, Allah allah. Ey erenler evliyalar, yabancı değilim. Ben de sizden
biriyim. Mansur Salim adım, gösterin kendinizi de o mertebeyi göreyim.'
Böyle sesleniyor ama, yüreği de
makineli tüfek gibi atıyormuş.. Sonunda dikkatlice bakmış; sesler mezarlıktan
değil ağacın ilerisinden geliyor.. Biraz daha ilerlemiş, bakmış; bir insan
kafası.. Üstünde tek tüy yok.. Ağacın altına gelince inleyenlerden birinin Dede
olduğunu görmüş.. Hasan Ağa'yı da tanımış.. İkisi de inanılmaz derecede rakı
kokuyor.. Hatta zehirlendikleri belli, üzerlerine çıkarmışlar..
Mansur Ağa, çukurda biriken kardan
kucak kucak alıp ikisini de temizlemiş.. 'Ahhh, offf' derlerken atın
üstüne yüklemiş, kovboy filmlerindeki ölü çobanlar gibi köye varmışlar..
Ahmet
Dede sabah çayı için kahveye gidiyormuş, Vahit Dede'yi tanımış:
'Bu nedir böyle Mansur, ben bunları
önceki gece yedirip içirip uğurlamıştım.'
'Ben de bu sabah içkiden komaya
girdikleri yerde bulup getirdim Ahmet Baba.'
Ahmet Dede'nin evine götürmüşler,
sıcak tarhana çorbası içirmişler.. Sonra çivi çiviyi söker diyerek ikişer kadeh
daha rakı çekmişler.. Ahmet Dede azarlamış Vahit Dede'yi:
'Sen ocaktansın. Bu ocakta içilir, ama içilen bilinir
Vahit. Bu halin ne?'
Vahit Dede mahcup:
'Haklısın baba, diyecek sözüm yoktur. Ama beş kuruşa bu
kadar tatlı rakıyı da ilk defa içtim. Ucuz bulunca fazla kaçırmışız galiba.
Bağışla fakiri.'
Şüphesiz Ahmet Dede bağışlamıştır
her ikisini de ama, herhalde kulaklarına astığı küpeler az önceki laflarla
sınırlı kalmamıştır.. O günlerde henüz ufak bir çocuk olan
Bedri Rahmi, Ne Sulu
Ne Susuz şiirini yazmış olsaydı mutlaka onu da okurdu:
Nice bağlar bozuldu
Kaç bin sakalım ezildi
Birkaç yürek kanadı
Birkaç nabız çizildi
Senin için
Namussuz
Ne sulu ne susuz
Sen benim canımı mesken mi tuttun?
Canımın cücüğünü yaktın kuruttun
Yıktın mümkünümü çarelerimi
Ulan rakı ulan namussuz
Ne sulu ne susuz
Durup dururken kanıyorum
Kendi nefesimden utanıyorum
Bir kibrit çaksalar yanıyorum
Ulan rakı ulan namussuz
Ne sulu ne susuz
Bedri Rahmi de bu kadarla kalmaz,
birkaç rakı efsanesi anlatır:
"Rivayet
olunur kim; bundan 50 yıl önce Çorum'da arslan yapılı, fukara babası, bir
delikanlı varmış, oldum olası rakıyı susuz içermiş. 24 saatin yirmisini içmeden
edemezmiş. Bir de sevgilisi varmış, güzelliği yedi düvele nam salmış. Güzel
bakmış ki, rakı katmış önüne sevgilisini sürüp gider. İçkiyi böylesine içen daha
kaç yıl kocalık eder? Danışmadığı yaşlı kalmamış. En sonunda doksanına kadar
içen iri kıyım kocamış çınarlardan biri buyurmuş.
'Kasaptan beş dakika önce kesilmiş
koyun ciğerini alacaksın. Rakı sofrasını kuranda yalvaracaksın. Yiğidim rakını
yarı yarıya su koyup içeceksin, sözümü dinlemezsen genç yaşta göçüp gideceksin',
deyip, taze ciğerlerden bir parçasını susuz rakı bardağına attı. Susuz rakıyı
emen elma boyundaki ciğer, birden ceviz kadar ufaldı, buruştu, küstü. Sonra hiç
vakit geçirmeden yarı yarıya su koyduğu rakı bardağına aynı boyda bir ciğer
parçası attı. Sulu rakıdaki ciğer küçülmeden, küsmeden, buruşmadan olduğu gibi
kalakaldı.
Rivayet olunur kim; o gün bugün
fukara babası pehlivan ağzına susuz rakı koymadı ve sevgilisinin dizinin
dibinden ayrılmadı.
Ama sen yine kulak asma
Öylesine kalleştir bu yosma
Ulan rakı, ulan namussuz
Ne sulu ne susuz.
Rivayet olunur kim, ana südüne
doyamayan kimi bebeler duvarın kirecini yalarmış, nar tomurcuğu dudaklar üstünde
badana beyazı kalsiyumun ta kendisiymiş. Kireci yalamayan bebeler kalsiyum
kıtlığından kemik veremi olurlarmış. Susayan bebeler bir damla nem için cam
yalar, testi yalar, olmayacak şeyleri emermiş. Bizim rakıya yönelişimizle, beş
aylık sabinin kireç yalaması aynı şey mi?
Rivayet olunur kim; bir gün ömründe
ağzına bir damla içki değdirmemiş çobana efendisi ağzına kadar dolu bir bardak
sade rakı vermiş, bir yudumda devirmesini şart koşmuş. Ağzı, burnu, nefes borusu
ateş alev yanan zavallı çoban, boş bardağı yerine koyarken:
'Ağam bu zıkkımı devlet zoruyla mı
içersiniz?' diye sormuş.
Evet yirmi yıldır, her zaman sorar
dururum kendi kendime. Nasıl başladım bu zıkkıma? İlk kadehler yüzde yüz
'dostlar alışverişte görsün', ilk kadehler yüzde yüz gösteriş, fiyaka, çalım.
Daha sonraları bir tek dayanak: sevişmenin uzaması, kadın. Ama yekûn hanesinde
ağır basan kahrolası fiyaka, kahrolası çalım.
Canına yandığımın işi! Bir çocukluk
suçunu canımızla ödeyelim.
Ulan rakı ulan namussuz
Ne sulu ne susuz
Başlangıçta ben süvariydim, sen
küheylan. Sonunda sen süvari oldun ben küheylan.
Dilediğin yere sürdün beni
Tam bel kemiğimden kırdın beni.
Ulan rakı ulan namussuz
Ne sulu ne susuz
Sen benim canımı mesken mi tuttun?
Canımın cücüğünü yaktın kuruttun
Yıktın mümkünümü, çarelerimi
Yâr gelse saramaz yârelerimi
Kimimiz sevmek için içiyoruz, kimimiz sevilmek için
Kimimiz susmak için içiyoruz, kimimiz konuşmak için
Kimimiz ağlamak için içiyoruz, kimimiz gülmek için
Kimimiz yavaş yavaş yaşamak için içiyoruz, kimimiz
Yavaş yavaş ölmek için.
Yukarıdaki "kimimiz"leri "kimi
zaman" da yapabiliriz, şaire ayıp etmeden ama, şu anki derdimiz; rakının ne
zaman değil, nasıl içileceğine dairdir.. Mina Urgan rakıya su katmadan
içenlerdendir ve hatta su katanları eleştirir, özentilikle:
"Eskiden rakı böyle içilirdi. Çok
küçük rakı kadehleri vardı. O küçük kadehten önce rakı içilir, üstüne soğuk su
içilirdi. İngilizler, viskiyi susuz sodasız içerler. Ancak o görgüsüz
Amerikalılar viskiye buzlu su ya da soda katar. 1940'lı yıllarda Missouri
gemisinin İstanbul limanına demir atmasıyla birlikte, biz de onlara öykündük,
rakımıza su kattık. Zaten biliyorsunuz, bizim yaşam biçimimiz, Missouri'den
önce, Missouri'den sonra olarak ikiye bölünür. Missouri savaş gemisinden sonra,
bizler milli içkimizin tadını bozduk. Ne var ki, dostum Cahit Kayra bu yanılgıya
asla düşmedi. Akşamları bir tek içer ama, susuz içer o teki. Ben de onun gibi
yapacağım bundan böyle."
Meşhur deyimimizi "Missouri geldi,
rakı adabı bozuldu" diye değiştirmenin sırasıdır ama,
Hatay yöresinin bir
türküsü olan Kuyu Başında Bakır, bu bozuntuya uğramayanın türküsüdür ve nakarat
dörtlüğü şöyledir:
Aman da Fatmam,
Canım gülüm Fatmam
Ben rakıya su katmam
Sen katar isen ben içmem
Ben Fatma'mdan vazgeçmem
Rakıya su katma(ma)nın sebebi
kişiden kişiye değişiyor ama, Sunay Akın'ın
Galata Köprüsü şiirinde rakıya su
değil de, suya rakı katılıyor; nasıl mı?
Ey Haliç
ihtiyar tavşanıyla
mânici mi mâni olacaktı
seyyar prezervatif satıcılarına
haydi rakı kat sularına
ve sen de benim
gibi köprünün
haline iç
Mustafa Seyit Sutüven de
Dükkanım'ında tercihini şöyle belirtir:
Burada pastırma satılır;
Irz,
Akıl,
İhtikâr satılır.
Burada rakıya su katılmaz;
Vahit Lütfi'den Mustafa Seyit'e
dolaştıysak da yolumuz elbette Orhan Veli'ye varacaktır..
Avni Dökmeci, Kaynak
Dergisi'nin Aralık 1952 tarihli sayısında yazdığı
Haftalık Notlar'da, Orhan
Veli'nin ölümünden sonra hazırladığı sayı için kimlerle görüştüğünü ve onlardan
yazıları nasıl topladığını anlatırken Cahit Sıtkı ile yaşadıklarını şöyle
anlatıyor:
"Hemen
hemen her akşam Buket Lokantası'na uğradım, Tarancı'dan yazısını almak için. Her
görüşmemizde yazı bir gün sonraya kalıyor, biz hep, Orhan Veli'yle olan
hatıralarını, Orhan Veli'yi konuşuyorduk. Ne kadar da çok severmiş meğerse. Bir
çok şiirini ezbere okuyordu Orhan Veli'nin: Sere serpe'sini, Cımbızlı Şiir'ini,
Vatan İçin'i, Yolculuk'unu, Tahattur'unu... Hemen de ilave ediyordu, hiç bir
şiirinde ne bir fazla, ne bir eksik kelime olmadığını. Bütün mısralar tamamıyla
oturmuş, şeklini bulmuş, arınmıştır diyordu. Gerçek şiire ancak, Orhan Veli
titizliğiyle varılabileceğini söylüyordu.
Bir gidişimde yazı yine hazır
değildi. Başlamış, olmamış. Dedim, burada hemen yazalım. Öteki yazıların hazır
olduğunu, Dıranas'la nasıl yazdığımızı anlattım. O da denedi. Garsona kağıt
aldırdı, yazmağa başladı. Ama olmadı. Aklı, rakıyı susuz içmeme takıldı: Orhan
da kadehe su katmazdı dedi, yine hatıralarını anlatmağa, şiirlerinden okumağa,
söz etmeye başladı, yazı kaldı. Yarın mutlaka hazırlar veririm dedi. Sözünde
durdu."
Bir de düz rakı vardır ki,
Can Yücel'den girip Reşat Ekrem Koçu'dan çıkarak anlatabilirim onu da ama, bırakayım
o da ayrı bir yazı malzemesi olarak kalsın kenarda; ya da merak edenler
okuyup bulsun.. Ne de olsa bu yazıda lafı çok uzattım.. Daha da
uzatmak gerekseydi, Saliha Bakal'ın bir şiirinden alıntı yapıp, Nazım'a
bile uzanabilirdim:
İçiyorsam susuz rakıyı
Hem de bir dikişte görüyorsam dibini
Vardır, bir Nazım-ı Hikmet’i
Oysa, lafı bu kadar dolaştırmadan Orhan Veli'ye gelmeliydim, ne var ki aklımın bir köşesine
takılanları, takıldıkları askıdan indirmeden edemedim gene.. Oysa kısaca şöyle
diyebilirdim:
1883 yılında İstanbul'da doğan
Vahit Lütfi, Orhan Veli gibi yürümeyi çok sever ve parasızlık yüzünden çokça
yürürdü.. En uzun yürüyüşünü, Trabzon ile Elazığ arasında 52 günde
tamamlamıştır.. Oraya neden mi gitmiş, sürgün edildiği için.. Neden mi
Trabzon'dan yürümüş, gemiyle ancak oraya kadar gidebildiği için..
İlk şiir kitabı Saz Şairleri
Gibi'nin 1940'da çıktığını yazmıştık, bu kitabın önsözünde küçük bir taş vardır:
"Mısraları uzatmak ve kısaltmakla edebiyata yenilik getirileceğine
inananlardan değilim. Bana kalırsa, bizim asırlardan beri yürümüş gelmiş bir
Türk edebiyatımız vardır. Bu, halk edebiyatımızdır. Madem ki dilimiz sadeleşmiş
ve gelişmiştir, o tarzı kullanmak ve fakat fikir ve görüş ve oluşta yenilik
göstermek ve bu surette edebiyatımızı bu can çekişinden kurtarmak lazımdır."
Oysa Orhan Veli ile Edirne ve
çevresindeki askerlik günlerinde tanışsaydı Vahit Lütfi, kim bilir ne çok ortak
yönlerini bulurlardı birbirlerinin.. Onlar karşılaşmadılarsa da, bir ortak
yönlerini bulmamız mümkün; 1950 yılında müthiş soğuklar bastırdığı sırada,
kafasında dolaşan şiirlerle evine dönmeye çabalarken ayağı kayıp düşen
Vahit Lütfi'yi önce evine taşırlar, 4-5 gün sonra 3 şubat 1950 günü de mezarına..
Tıpkı aynı yılın sonunda, Ankara'daki bir çukura düştükten 4 gün sonra ölen
Orhan Veli gibi..
M. Şeref ÖZSOY